



Bu kitap güzel Türkiye'mizin 81 ilinde yaşayan tüm eTwinner'lara ithaf edilmiştir.

Bir haziran sabahıydı telaşlı bir şekilde valizlerimizi hazırlayarak,Adıyaman’a doğru yola çıktık. Yol üzerinde, acıkan karnımızı doyurmak için, Ali Dayı Restaurant’ta mola verdik.Alabalıklarımızı yedikten sonra çaylarımızı içerken yan masada oturan turist grubun konuşmasına şahit oldum. Farsça konuşuyorlardı, anladım ki İran'dan gelmişler. Bir an şaşırdım İran'dan Adıyaman'ın şanını duymaları çok güzel birşey Allah'dan üniversitede yabancı dil dersi olarak Farsça dersi almıştım da ne söylediklerini anlayabiliyordum konuştuklarından.Adıyaman'ın yöresel yemeklerini tek tek saydılar kendi yemekleriymiş gibi daha sonra en beğendikleri yemekleri söylediler. Tarihi yerlerini de es geçmediler, tabi onların söyledikleri karşısında şaşkına döndüm. Ben daha önce Adıyaman'ın bu kadar kültürel zenginliğinin olduğunu duymamıştım.Turistlerin cezb edici konuşmalarının ardından Adıyamanı gezmeye karar verdik.
Gezmeye başladığımız ilk durak Keleş Konağı idi.Keleş Konağı'nın iç dekorasyonu ve o muhteşem çayının lezzeti yol boyunca aklımızdan çıkmadı.Yolumuz bizi Adıyaman Üniversitesine götürdü, Eğri Çay Köprüsün'den geçtik. Merkeze doğru ilerledik. Buldukbaba Camisi'nde namazımızı kıldık. Buldukbaba Camisi sade ve huzurlu bir Camiydi. Turistlerin bahsettiği yerlerden biri olan Mimar Sinan Kültür Parkı yol güzargahımızdaydı. Rotamızı parka doğru çevirdik. Park da çocuklar için çok güzel oyun alanları vardı. Ayrıca büyükler için oturma alanları da oldukça fazlaydı. Biraz ağaçların altında serinledik, ardından çarşı içinde bir tur atalım dedik. Çarşı beklediğimizden daha kalabalıktı. Oradan ayrılıp Adıyaman Kalesine çıktık. Adıyaman yazısı önünde fotoğraf çektirmeyi de unutmadık tabi. Oradan Adıyaman'ın Eski Tuz Hanı'na gittik Tuz hanı gerçekten eskiydi. Orayı gezdikten sonra Mor Pavlus Mor Petrus Kilisesine geçelim diye karar verdik.
Kilisenin içerisinde kocaman bir avizenin altında televizyonda gördüğümüz oturma yerlerinden vardı. Değişik ve dikkat çekici tablolar yer alıyordu.Kocaman bir Tevrat vardı Kilisede. Kiliseden sonra Adıyaman'ın meşhur Saat Kulesini gördük.Saat Kulesi'nin üstünde Kartal heykeli vardı muhteşem bir görünüm sergiliyordu. Ordan Adıyaman Müzesine geçtik. Gerçekten bir müzeye konulabilecek eserler vardı içinde. Müzeden sonra Oturakçı Pazarı'nın içini dolaştık.
Oturakçı Pazarındaki tesbihler ve bakır cezveler bizi bizden aldı. Orada bize çiğköfte ikram ettiler. Hayatımızda bu kadar güzel çiğköfte yediğmizi hatırlamıyorduk.Oturakçı Pazarından sonra ikindi namazımızı Adıyaman Ulu Camiinde kıldık. Namazdan sonra Perre Antik Kentine giderken yolun ortasında pekmez yapan insanların heykeline rastladık. Özçekim yaptıktan sonra yolumuza devam ettik.
Adıyaman'ın kavurmalı hıtabının meşhur olduğunu duymuştuk. O zaman bizde bunu Kahtada yaptıralım dedik. hıtaplarımızı aldıktan sonra rotamızı Sincik ilçesine yönelttik ,yol boyunca gördüğümüz manzara katettiğimiz yollara deydi.Karakuş Tümülüsüne vardık sonunda.Geçmişten günümüze böyle eserlerin kalması gerçekten gurur vericiydi. Tümülüsten ayrılıp yolumuza devam ettik. Yolun kenarında duran mor renkli çiçekler gözümüze takıldı, renkleri o kadar cezbediciydi ki inip hemen bu anı ölümsüzleştirdik. Sonra Cendere Köprüsüne doğru yol aldık. Yolda direklerin üzerinde kocaman yuvaları olan leyleklere rastladık. Cendere Köprüsünü çok duymuştuk gelip görmekte nasip oldu gerçekten. Cendere Köprüsünün akılalmaz bir görüntüsü vardı,teknolojik olmadan yüzyıllarca ayakta kalan bir eser.Köprünün altından dağlardan su geliyordu ,anlattıklarına göre eskiden bu su çok daha fazla imiş şu anda baya azalmıştı. Umarım kuraklık olmaz diye dua ettik.
. Perre Antik Kentine vardık. Komagene Krallığı gerçekten bu yüzyıla kadar dayanan kalıcı bir kent kurmuşlar.Biz de fırsatı değerlendirip bol bol resim çekindik. Yolumuza devam ederken paketlediğimiz lahmacunları yedik. Adıyaman lahmacunu olağanüstü bir lezzete sahipti. Bu enfes lahmacunlardan sonra Roma Çeşmesini görmeden de olmazdı. Çeşmeden dönerken önemli bir yeri unuttuğumuzu fark ettik. Orası da Pirin Ören Yeri idi. Pirin Ören idi. Bundan önce Perre Antik Kentine gitmiştik her iki tarihi yerde yüzyıllar öncesinden kalma olduğu için birbirine benzer yönleri vardı.Eşsiz tarihi mekanlardan sonra, açlık ve yorgunluk bizi Adıyaman'ın en iyi otellerinden birine bıraktı. Odamızda biraz dinlendikten sonra yemeğe koştuk. Menümüzde: Dövmeç,mercimek çorbası, bol köpüklü ayran, .buhara pilavı, Adıyaman köftesi ve tene helvası vardı.Uzun bir zamandan sonra çocuklar da bu yöresel yemekleri tatmış oldu
Ertesi sabah, çok iyi bir uykunun ardından kahvaltıya indik. Kahvaltıdan sonraki işimiz sahabe türbelerini gezmek olacaktı.Yolun ortasında bulunan nar heykelini gördükten sonra sahabe turumuza başlayabilirdik artık.'366 Evliyanın Defterdarı' olan Mahmud El Ensari türbesi oldu.Ardından Ebu Zer-i Gıfari türbesine geçtik.'En garip ve en muhtaç olduğun gün,kabre konulduğun gündür'.Diye karşıladı bizi.Duamızı ettikten sonra Beşpınar Mesire Alanına da gelmişken orayı da gezelim dedik. Beşpınar Mesire Alanında güzel faaliyetlerde bulunduk. Ailecek faytona bindik, su motoruyla vadinin üzerinde dolaştık ve en son olarak dev Türk bayrağıyla fotoğraf çekerek sonlandırdık. Beşpınar Mesire Alanından sonraki durağımız bambaşka bir sahabe olacaktı oradan sonra ZEYNEL ABİDİN türbesine geçtik.Orayı gezip duamızı ettikten sonra diyer son türbeyi ziyarete gittik,orasıda Safvan Bin Muattal'ın türbesi idi. Orada çok güzel piknik yerleri vardı. Dualarla bu ziyaretleri yapıp Kahta'ya geçtik.
Köprüden ayrılırken minyatür Cendere Köprüsü hatırası aldık. Evimizin bir köşesibu gezi hatılarıyla dolu olsun istedik. Şimdi istikamet tanrı heykellerinin bulunduğu meşhur Nemrut Dağına. Nemrut Dağı'nın merdivenlerini çıkarken yorulmadıkta diyemeyiz. Sonunda ulaştık gün batımının izlenebileceği en güzel yere.Nemrut Dağı'nın doğusunda ve batısında ayrı ayrı tanrı heykelleri bulunuyordu.Antiochos Kommagene kralının mezarı da burada imiş ama henüz bulunamamış.Tanrı heykellerini inceledikten sonra, farkettikki gerçekten acıkmışız. Öğlen yemeği menümüz ise: Yarpuzlu köfte,tevenek sarması ve topak helvası yedik ve alanı gezdikten sonra oradan ayrıldık. Yolumuz şu anda Hz. Uzeyir Peygamber Türbesine doğru gidiyor. Oraya varınca hemen öğlen namazımızı kıldık. Duamızı yapıp orayı gezdikten sonra artık Kırkgöz Mesire Alanını görme vakti gelmişti. Buz gibi suyunun ve eşsiz karelerin ardından mesire alanından çıktık. Adıyaman'ın Gerger ilçesine
doğru yola koyulduk.Gerger Kalesi ve Kanyonu uğrak yerlerimiz oldu.Yolda ilerlerken Adıyaman'ın burma tatlısı karşımıza çıktı. Sıcak sıcak çıtır çıtır. Yoldan geçen durup almadan geçmiyordu. Bizde almasak olmazdı. Ardından Adıyaman merkeze geri döndük, biraz dinlenmek istedik. Seyir tepesini önerdiler.Çok neşeli bir oratam vardı, davul zurna sesleri ile halay çeken gençler , birbirine uyumla harika bir düzende hareket ediyordu. Bende bir denemek için aralarıda girdim, ama sanırım biraz çalışmam gerekecek. Kendine has güzellikleri olan, sıcak insanların yaşadığı bu şehir ağzımda çok hoşta tadlar bıraktı.Dünyanın bir ucundan gelenlerle aynı manzaraya bakmak, sahip olduğumuz ne çok değerimiz olduğunu ve bizim sahip çıkmamız gerektiğini farkettirdi. Güzel anılarla gezdiğim bu şehir gönlümde çok farklı bir yer etti..



TÜRKİYE'NİN KALBİ ANKARA
ANKARA GAZİ ANADOLU LİSESİ
SAADET KARA
HASİBE KARABULUT
TOLGA KAYA
Serin bir Eylül sabahına açtı şehir gözlerini. Henüz kızıllaşmaya başlamış yapraklarını son bir güçle tutmaya çalışan dalların arasından hafifçe esen rüzgâr, insana tarifsiz bir huzur veriyordu. Sonbahar başkente en çok yakışan mevsimdi ve Ankara kendini gri günlere hazırlamaya başlamıştı. Kaderin güzel bir cilvesi olarak yolum böylesine harika bir zamanda düştü Ankara’ya.
Mazisi dolu, dopdolu bir şehir Ankara ve adeta kanlı canlı bir insan gibi. Kurtuluş Savaşı’nın merkezi seçilip başkent ilan edilişiyle büyüyen gelişen yaşayan ve hatıralarının izlerini taşımaya devam eden bir şehir. Cumhuriyet tarihi boyunca en önemli olaylara şahitlik yapmış. Ankara’yı anlamak ve hissetmek için bu olayların sırasına sadık kalarak gezmek gerekiyor belki de. Fakat ben önce Gazi’nin huzuruna çıkmak istiyorum ve yolculuğumun ilk durağı Anıtkabir oluyor.Atatürk bir devri açıp yeni bir düzeni getirdikten sonra 10 Kasım 1938’de öldüğünde geçici olarak Etnografya Müzesi’ne defnedildi.
Uygun bir anıt yeri aranmasına hemen başlandı ve Ankara’nın kente egemen bir tepesi olan Rasattepe –şimdiki adıyla Anıttepe - uygun görüldü. Anıtkabir’in projesi bir yarışmayla belirlendi. Bu amaçla açılan yarışmada Emin Onat ve Orhan Arda’nın projesi başarılı görülerek uygulanmasına karar verildi.
Sonbaharın pare pare kendini belli ettiği bu 750 bin metrekarelik alana yaklaşmaktayken yükselen Anıtkabir silueti kendine hayran bırakmıştı. İçimde hâkim olamadığım bir heyecan ve gururla atıyordum adımlarımı. Böyle ulu bir öndere sahip olmanın sevinciyle, ona olan minnetim ve hayranlığımla dolup taşıyordu yüreğim.
Mozoleye gidebilmek için önce Aslanlı Yoldan geçtim. Yolun sağ ve solunda bulunan 24 aslan, “24 Oğuz Boyu’nu” temsil ediyor. Ayrıca ziyaretçilerin de kabrin manevi atmosferine ayak uydurmaya yönlendirildiği Aslanlı Yolda, taşlar Ata’nın huzuruna çıkanların başlarının öne eğik olması için 5 santimlik çim boşluğu
bırakarak döşenmiş.
Mozolenin iç duvar ve zemini eşsiz güzellikte mermerlerle kaplı ve tavan renkli, altın varaklı İtalyan mozaikleriyle süslenmiş. Ata’nın kabri 40 tonluk yekpare mermerden yapılan sembolik lahtin 7 metre altındaki mezar odasında bulunuyor. Orada tekrar bir söz veriyorum Ata’ya, kendime: “Açtığın yoldan gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içerim.”
Yine Anıtkabir’de yer alan Atatürk Müzesi’ni de geziyorum. Bu müze Atatürk’ün doldurulmuş köpeği Foks’tan tıraş takımlarına kadar özel hayatını yansıtan pek çok parçaya ev sahipliği yapıyor. İlgimi en çok çeken ise Atatürk’ün hem baston hem de tüfek olarak kullanılabilen özel silahıydı. Mustafa Kemal Atatürk, yüzyıllar boyu tarih sahnesinden inmemiş bu şanlı milleti hastalıklı günlerinden hür ve mutlu olduğu günlere taşıdığı gibi bu güzel şehri de çorak günlerinden alıp gerçek bir başkent haline getirdi. Ankara’yı Ankara yapan Mustafa Kemal’dir.
Bundandır ki Ankara’ya gelir gelmez Anıtkabir’i ziyaret etmiş ve Ankara’ya onun gözünden bakmaya çalışmışımdır.
Anıtkabir’den sonraki durağım Meclisler. İlk TBMM binası şu anda Kurtuluş Savaşı Müzesi. Kurtuluş Savaşı Müzesinde beni karşılayan koridorun her iki yanında ve odalarda; fotoğraflar, yağlı boya tablolar, harp silah araç gereçleri, meclis çalışmalarına ait belgeler sergileniyordu. Müzedeki bütün odaları ziyaret edip sergilenen eserleri inceledim. Bu odalarda çok önemli kararların alındığını ve bu kararların günümüzü şekillendirdiği bilincinde olmak gerekiyor diyebilirim.
18 Ekim 1924 tarihinde hizmete açılan II. Türkiye Büyük Millet Meclisini, Cumhuriyet Müzesi olarak ziyaret ediyorum. Bu müzenin en beğendiğim odasıysa girişte sağdaki ilk odaydı. Döneminde muhasebe odası olarak kullanılmış bu oda “Atatürk İlkeleri Odası” olarak teşhir ediliyor. Odada Atatürk’ün kendi sözleri ve fotoğraflarıyla desteklenerek Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık ilkeleri anlatılıyor.
İki meclis de dönemin şartlarını, yaşananlarını en güzel şekilde aktarıyordu. Kurtuluş Mücadelesinin ve ardından gelen Türkiye Cumhuriyeti’ni inşa etme sürecinin sancılarını ilk elden görmekten daha güzel ne olabilir ki.
Bulutlar gökyüzünde kümelenirken Ankara Kalesi’ne giden yolu tırmanmaya başlıyorum. Ulus Meydanından Kaleye yürümek düşündüğüm kadar mantıklı bir fikir değilmiş gibi geliyor ama Kaleye ulaştıktan sonra bütün yorgunluğum uçup gidiyor. Şehri ayaklarımın altına seren nefes kesici bu manzara Gri Şehir tanımının yersiz olduğunu düşündürse de biraz zaman geçince Ankara’ya ne kadar yakıştığını fark ediyorum.
Ankara Kalesi’nin o uzun yolundan inerken Hacı Bayram Veli Cami karşılıyor beni. Dış görünüşüyle küçük görünen bu cami içine girdiğimde beni büyük sürprizlerle karşılıyor. İçi beni apayrı bir dünya ile karşılıyor sanki. Her dönemi
aktarması çok ilginç olan bu cami özel Çilehane denen yerin altındaki odaları ile beni şaşırttı. Çilehane’nin en önemli özelliği insanlarin 40 gün boyumca burada kalarak Allah'ı düşünmesiymiş.
Hava yavaştan o güzel kırmızı rengini almaya başlarken acıkmaya başlayınca Hamamönü’nde yemek yemeye karar verdim ancak öncesinde Anadolu Medeniyetler Müzesi’ni gezmeliyim. Bu müze çok etkileyici bir koleksiyona sahip. İnsanlık tarihinin en eski ve güzel eserleri burada sergileniyor. Ankara, Cumhuriyet tarihinin olduğu kadar Anadolu tarihinin de temsilcisi konumunda. Müzede pek çok fotoğraf çekip yemek yemek ve gezmek adına Hamamönüne yola çıkıyorum. Bütün bu yerlerin birbirine çok yakın konumda bulunması işimi hayli kolaylaştırıyor.
Hamamönü tarihi dokusunu korumaya devam eden bir semt. Eski tip evleri, sokak yapısıyla Ankara’nın geçmişine bir ışık tutuyor, zaman yolculuğuna çıkmış
hissi veriyor. Şirin bir restoranda yemek yedikten sonra semtin sokaklarında gezerek tarihi havasını soluyorum. Listemdeki son müze ise Ulucanlar Cezaevi Müzesi.İtiraf etmeliyim ki müzenin tüyler ürpertici bir havası var. Cezaevi yapısı olduğu gibi muhafaza edilmiş ve ziyaretçilere mahkûmların hislerini yaşatmak hedeflenmiş. Bu mahkûmların arasında Nazım Hikmet gibi Ahmed Arif gibi Necip Fazıl Kısakürek gibi tanıdığım isimler de var. 22 balmumu mahkum heykel yerleştirilmiş odalara ve müzenin koridorlarındaki hoparlörlerden tecrit odalarındaki işkenceleri yansıtan çığlık sesleri yankılanıyor. İçinde bulunduğum dört duvar arasında ne işkenceler görüldüğünü ne acılar çekildiğini ruhumun en derinlerinde hissediyordum. 5.koğuşa geldiğimde tanınmış isimlerin ranzalara asılmış biyografileri karşılıyor beni. 6.koğuşta ise bu isimlerin bazı şahsi eşyaları sergileniyor. Bu koğuştan çıkıp mahkumların cezalandırıldıkları zindanlardan geçiyorum ve büyük avluya

çıkıyorum. Burada Ulucanlar ’da kalan kişilerin resimlerinin yer aldığı bir ağaç var. Son olarak aralarında İskilipli Atıf Hoca, Necdet Adalı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve Mehmet Pehlivanoğlu’nun da bulunduğu 19 kişinin idam edildiği darağacını da görüyorum ve müzeden çıkıyorum.
Bu müzenin en etkileyici yanı her şeyin asıl haliyle muhafaza edilmiş olması. Duvarlara yazılan yazılara, asılan posterlere dokunulmamış. Bütün ranzalar orada kullanılmış olanlar. Buna eklenen ses ve efekt sistemleriyle, bu müze bana tekrarı mümkün olmayan bir tecrübe yaşattı. Bir millet, tarihinin karanlık yanlarını da kabul etmeli onları da gün yüzüne çıkarmalıdır. Ulucanlar Cezaevi’nde yaşanan trajedilerin üstünün kapatılması yerine buranın bir işkence müzesine dönüştürülmesi çok başarılı bir çalışma olmuş.
Ankara gezimde son durağım Ahmed Hamdi Akseki Camii. Modern mimarinin en güzel örneklerinden biri. İç mekânda ağırlıklı olarak açık mavi ve
altın sarısı kullanılmış fakat göz yormuyor. Yapıdaki muhteşem simetri ve kubbenin yüksekliği mekanı ferahlatmış durumda. Altın süslemelerin arkasında siyah yerine koyu lacivert kullanılarak bir kontrast yakalanmış. Camiyle ilgili en dikkat çekici özelliklerden biri ise hava iyice kararmadan aydınlatmaya ihtiyaç duyulmaması. Pencere konumlarındaki muntazamlık sayesinde içerisi yalnızca güneş ışığıyla aydınlanıyor. Hem iç hem de dış cephedeki modern çizgilerle duvar süslemelerinde kullanılan varaklar, çiniler, vitraylar göze hoş gelen bir uyum içerisinde. İçeri adım attığım anda büyük bir huşuyla doldu yüreğim.
Cami kısmının alt katında yer alan sergi salonunu da gezdim tabii. Burada ayrıca bir kafe, bir hediyelik eşya dükkânı, bir kitapçı, öğrencilerin gelip rahatlıkla ders çalışabilmesi için dizayn edilmiş küçük bir kütüphane ve cami çalışmaları bünyesinde verilen derslerin yapıldığı bir derslik bulunuyor.
Bu camii ziyaretinden sonra Ankara turum sona erdi. Daha gezilip görülmesi gereken bir sürü yeri arkamda bırakarak ayrıldım Ankara’dan.

Bu sabah da yine şehrin bana bahşettiği karşı konulmaz güzelliklere gülümseyerek uyandım.Günün en ihtişamlı anları geliyor,ufukta beliren muntazam güneş Antalya'sına kavuşuyor.
Haftanın yorgunluğunu üzerimden atıp dinginliğe kavuşabilmek için pazar günlerimi Yivli Minare camisinde sabah namazı kılarak taçlandırıyorum.Şehrin ihtişamlı başyapıtlarından,firuze çinilerle bezenmiş bu eşsiz güzellikteki cami ,şehrin simgesi olarak anılmaya devam etmekte.Avlunun büyüleyici güzelliğinde kaybolurken yanıma yaklaşan sıcak memleket insanıyla sohbet edince biraz ilerideki Mevlevihane 'nin de günümüzde Devlet Sanat Galerisi olarak varlığını sürdürmkete olduğunu öğreniyorum.
Kahvaltımızda el açması serpme börek,soframızda baştacı oluyor ve sıcacık çayı yudumlarken şehri seyre dalıyorum.Deniz henüz uyanmakta...Seçemiyorum ama bir yerlerde bu şehrin şarkısı çalınmakta,bense yanlızca seyre dalıyorum.Bu şehir yaşıyor; deniziyle ,taşıyla kumuyla...Bu şehir çiçekleriyle yaşıyor.Bunu görebilirsiniz,gökyüzüne bakmak kafi...
Olimpos Antik Kenti ve Ceneviz Koyu ,Antalya gezi listemde halihazırda bulunmaktaydı. Denizi bir de yakından dinlemek düşüncesiyle bir tekne turuna çıktım.Kendimi mavinin en güzel tonlarına bırakıp yeşilde buldum diyebilirim.Caretta carettalar ile içiçe geçirdiğim birkaç saatin ardından günü yarıladığımı farkettim.
Güzelliği bulutlara erilen narenciye ağaçlarını aşa aşa tekrar şehir merkezine yol alıyorduk. Öğle yemeği için dillere destan köfte-piyaz ikilisini tercih etmem kaçınılmazdı.Damakta bıraktığı eşsiz lezzetin ardından harikulade güzellikte Düden Şelalesi'ne geçtim.Şelale ilmek ilmek işlenmiş kendini,tüm Antalya'ya,ıssız taşlara ve yapayanlız ağaçlara... Karışıyor hayallerimden beslenen bu şelale,her bir katresi umut olan bu okyanuslara...Şehrin içinde,bir o kadar da şehirden uzak nefes alıyorsunuz.Yaşadığımı hissediyorum,hissedebilmek huzur veriyor ruhumdaki başıboş çiçeklere...Ve gün sakinleşiyor;şehrin bir kısmı uykuya dalıyor,bir kısmı ayaklanıyor.Tüm koşuşturmacalar bitiyor,geç kalışlara özür mahiyetinde.
Güneş,hasret kaldığı denizin mavisine karışırken kendimi cumbalı evlerle bezenmiş bir sokağın başında buluyorum,bu efsunlu güzelliği seyre dalmış biçimde.Kayboluyorum ufkun rengarenk serçeşmesinde.
Ah o ne güzelliktir ki bulutlar,dalgaları dansa kaldırıyor.Ufukta buluşuyor tüm güzellikler,tüm dualar ,tüm hasretler... Kendimi bir zeytin ağacının gölgesine bırakıyorum.Issız sokak lambaları altında bu satırları kaleme alıyorum.Dalga sesleri kulağıma ulaşıyor.kuşların akşam üzeri çığlıkları etrafımı sarıyor.Her satırda tekrar tekrar farkediyorum.Şehrin en derin güzelliklerini.Antalya 'nın tarih kokusuna birkaç dize karalayıp günü tamamlıyorum.
Ve diyorum ki 'Antalya, ne güzelsin!' Hoş şehrimi selamlıyorum...
'Sen kimi zaman serde
Kimi zaman şehrimdesin
Burada rüzgar deli eser
Kapılmamak elde değil
Bilmez misin ?


ARTVİN
ÖZKAN GÜRGEN
ARTVİN 15 TEMMUZ ŞEHİTLERİ ANADOLU LİSESİ
Hazırlayan Öğrenciler
Sıla ŞAHİN
Sıla ÇAVDAR
Ayşegül YILMAZ
M.Özge ÖZIŞIK

ARTVİN
Bu hafta yaz tatili başlayacaktı. Bu yaz tatili diğerlerinden çok farklıydı. Heyecanla bekliyordum çekilişi.İçimdeki coşku bedenimi sarıyordu, yerimde duramıyordum. Çekilişte çıkacak şehre tek başıma, yanımda ailem olmadan gidecektim. Bu benim için bir ilk,aynı zamanda büyük bir olaydı. Sene başında bir proje tasarladım. Bu projeye göre ülkenin çeşitli okullarındaki öğrenciler ülkenin çeşitli şehirlerine giderek o şehirlerle ilgili sunumlar hazırlayacaktı.
Böylece gerçek ortamlarda öğrenciler deneyimlerini aktarma fırsatı yakalayacak hem de bu sayede ülkemizi tanımış olacaktık. Öğrencilerin ziyaret edeceği şehirler kura ile belirlenecekti ve o büyük gün gelip çatmıştı. Öğretmen kurayı çekmek için beni yanına çağırdı. Cam fanusun içindeki kâğıtları karıştırmaya başladım. Karıştırdım, karıştırdım ve sonunda kare şeklinde katlanmış kâğıdı fanustan heyecanla çıkardım. İçim içime sığmıyordu, katlı kâğıdı heyecanla açmaya başladım. Son kata geldiğimde sonucu arkadaşım görecek şekilde çevirdim.
15 HAZİRAN 2019
İki gün sonra yola çıktık. Gece uyuyarak başlamıştı yolculuğumuz. Hey uyanın Artvin’e geldik! diye bağırıyordu Emre. Birden sıçradım oturduğum yerden, uyuya kalmıştım. Herkes meraklı gözlerle otobüsün camından manzarayı izliyor, fotoğraf çekmek için büyük bir uğraş veriyordu.
Öğretmenimiz Artvin’in Yusufeli ilçesindeki Barhal Çayı’nın yanından geçtiğimizi söyledi. Çayda, Rafting yapanları hayranlıkla ve endişeyle izledik.
Yolculuğumuz Yusufeli ilçesinden Artvin’e doğru devam etmekteydi.Yusufeli’den Artvin’e giderken birçok köprü ve tünelden geçtik. Çoruh Nehri’nin kenarında süren yolculuğumuz boyu çok güzel manzaralarla karşılaştık. Çoruh Nehri üzerine yapılan barajlar onun hırçınlığını törpülemişti, ama güzel ve ürpertici manzarasından bir şey kaybolmamıştı. Yusufeli, Artvin’in Erzurum’a sınırı olan ilçesiydi ve Artvin’e bir buçuk saat mesafede yer alıyordu. Böylece rotamızı Artvin merkeze girmeden, Ardanuç’a doğru çevirdik
45 dakikalık bir yolculuğun ardından Ardanuç’a geldik. Yol üzerinde Ardanuç’un girişinde önce Cehennem Deresi Kanyonu, dev kayaları ve dar yolları ile bizi karşıladı. Ardanuç’ta karnımızı muhteşem lezzetteki cağ kebapla doyurduktan sonra, Şavşat ilçesine doğru yola çıktık.Bu seferki hedefimiz, Şavşat Karagöl’ü görmekti.Saklı Cennet olarak da adlandırılan Karagöl doğal güzelliği ile herkesi büyülüyordu. Yaklaşık 2 saatlik bir yolculuğun ardından Şavşat Karagöl’e vardık.Çok yorulmuştuk ve Karagöl’deki pansiyonda konakladık.
16 HAZİRAN 2019
Sabah erkenden kalktık, kahvaltının ardından hemen yola koyulduk. Hedefimiz, Artvin Merkez Atatepe ve Kafkasör Yaylasıydı. Aracımız Ardanuç, Şavşat, Artvin yol ayrımından Artvin’e doğru yol aldı. Artvin şehir merkezi, dağ yamacında yeşillikler içindeydi. Hedefimiz ise zirvede bulunan Türkiye’nin en büyük Atatürk heykelinin de olduğu “Ata Tepeydi”. Ata Tepe’ye vardığımız da Atatürk’ün Kocatepe’deki duruşunu simgeleyen bu heykel, bende hayranlık uyandırmıştı.
Artvin şehir merkezinden geçerek meşhur Kafkasör Şenlikleri’nin ve Boğa Güreşleri’nin düzenlendiği yer olan Kafkasör Yaylası’na çıktık. Kafkasör yaylasında bol bol oksijen aldıktan sonra yeni rotamızı belirledik. Rotamız, Borçka-Murgul istikametiydi.
Artvin’den Borçka istikametine doğru yola çıktık. Yaklaşık 40 dakika boyunca yeşillikler içinde bir yolculuk yaptık. Borçka Murgul yol ayrımından Murgul’a doğru yöneldik. Önce Murgul Madeni görecektik, sonra Borçka Karagöl ve Maçahel köylerini gezecektik.
Murgul’da, Bakır Madenlerini gördük madenin işlendiği devasa tesisi ve alanı gezdikten sonra, Borçka istikametine döndük. Hedefimiz Borçka-Karagöl ve Gürcistan sınırındaki Maçahel Köyü’nü görmekti.Borçka Karagöl’e giderken Baraj Suları altında kalan bir köye rastladık. Bu yine Gürcistan’a sınırı olan Muratlı Köyü’ydü. Bu köyde, 170 yıllık bir cami de bulunmaktaydı.Zorlu bir yolculuğun ardından Borçka Karagöl’e ulaşmayı başardık. Tıpkı Şavşat Karagöl gibi hayranlıkla izlenecek güzelliğe sahip bu gölde zaman geçirdikten sonra Maçahel’e doğru harekete geçtik.
Maçaheli de gördükten sonra Borçka’ya, oradan da sahile gitmek üzere yola koyulduk. Oldukça zorlu bir yolculuğun ardından Borçka’ya vardık. Borçka’dan Hopa istikametine doğru yola çıktık; hedefimiz Kemalpaşa İlçesindeki Sarp sınır kapsını görmek, ardından Hopa’yı ve son olarak Arhavi’yi gezerek Artvin yolculuğunu bitirmekti. Yusufeli ilçesinden başlayan Artvin gezimiz, Arhavi’de sona erdi çok mutluyuz. Doğu Karadeniz’in güzel ili Artvin’de muhteşem manzaralara doyduk, bol bol oksijen depoladık.


AYDIN
YERYÜZÜNDEKİ EN GÜZEL GÖKYÜZÜNÜN ALTI
Dilek BOZKURT 10-B
DİDİM ESRA KARAKAYA ANADOLU LİSESİ
öğretmen:AYŞE TOR
https://www.storyjumper.com/book/read/76582275/5df664a129e96













AYŞE TOR-DİDİM ESRA KARAKAYA ANADOLU LİSESİ-AYDIN
Proje Ekibi ; DİLEK BOZKURT-BERÇAĞ ARDIÇ-KEREM SAGIROĞLU-EREN NUHOĞLU-YAREN ILIKHAN-KÜBRA EROL-ÖMER KAAN ÖZBAKIR

NURAY GÜRCAN
BESNİ OSMAN İSOT MESLEKİ VE TEKNİK ANADOLU LİSESİ


BOLU
Bugün çam ağaçlarıyla çevrili Abant Gölü'nde bir bankta oturuyorum.İçime çektiğim temiz hava kokusuyla ruhumu dinlendirirken ,nefes aldığımı hissediyorum.Aslında Bolu'da nereye gitmeliyim konusunda kararsız kalınabilir, çünkü oldukça güzel yerler var.Abant Gölü de onlardan biri.
Arkadaşım Cumali ile göl kıyısında yürürken,sıcak bir çayın içimizi ısıtacağını düşünerek,birer bardak çay alıp banklardan birine oturduk.Köknar ağaçları altında sohbet etmeye başladık.
Manzaraya karşı çay içmenin tadına varılabilecek bir yer Abant.Tüm güzelliklerini sunuyor insana tabiat.Doyumsuz bir zevk.Biraz sohbetten sonra bisiklet kiralayarak kıyı kenarındaki parkurda sürmeye başladık.Parkur oldukça kalabalıktı.Bu çok zevkli gezintiden sonra bi cafede yemek molası verdik. Bolu aşçılar diyarı....Bolu'nun en güzel yemeklerinden sipariş ederek yemeye başlıdık .Yemekten sonra kalkıp gezintimize devam ettik.
Biraz ilerledikten sonra buraya gelenlerin at binme deneyimi de yaşayabileceği bir kulüp gördük..
Binenleri biraz izledikten sonra Cumali ile ben de bu deneyimi yaşamak istedik ve biz de bindik.Çok eğlenceliydi gerçekten.Ama daha bitmedi. Abant Doğa Müzesini de gezmeyi çok istiyorduk .Ve rotamızı bu harika müzeye yönelttik.Müzede bir Bolu evi örneği sergilenmekteydİ.Çok güzeldi gerçekten.Göl kenarında tüm görkemiyle bir ev görüntüsü taşıyan ama aslında Bolu'nun tarihinin koktuğu bir müzeydi burası.Müzede göl çevresinin maketi de vardı.Ayrıca gezdiğimiz yerler hakkında ve Bolu'nun zengin bitki örtüsünü tanımamızı sağlayacak bilgilere de yer verilmişti müzede.
Yeşilliklerle dolu uçsuz bucaksız bir tabiat.Ve bu eşsiz tabiatı ve bölgenin panoramik manzarasını izlemek için Göynük Zafer Kulesi'ne geldik.Bolu'nun uluslararası Cittaslow(Sakin Şehirler)Birliği'ne üyeliği kabul edilen ilçesi Göynük'te yer alan Zafer Kulesi Sakarya Meydan Muharebesi zaferini temsilen yapılmış bir eser,ve gerçekten görülmeye değer yerlerden..
Bolu'ya bakınca ilk önce gözleri doğaya doyar insanın sonra tüm benliği dinlenmeye koyulur ,dinlenir,rahatlar,sevinir,güler...
Müzeden çıktıktan sonra yöresel ürünler satan köylüler parkur boyunca satmak istedikleri ürünleri sergilerler.Burası oldukça turistik bir nokta olduğu için,yöresel ürün tezgahları da oldukça ilgi görmektedir.Ve bir banka oturararak doğayla başbaşa kalmanın keyfine vardık bugün.Yeşil deniz gibiydi,uçsuz bucaksız...Ertesi gün Yedigöller Milli Park'ındaydım.Gerçekten büyüleyici bir atmosfere sahip.Göz alabildiğine uzanan doğa karşılıyor yine bizi.Tadına doymak mümkün değil.Kayın,meşe ve karaçam ormanları arasında yer alan göller ve zengin bitki örtüsüyle Türkiye'nin en güzel yerlerinden..
O kadar çok göl var ki burada.Büyükgöl,Seringöl,Deringöl,Nazlıgöl,Küçükgöl,İncegöl ve Sazlıgöl ....Hepsi çok güzel .Renkleri muhteşem.
Doğa ile iç içe uzun yürüyüşler yapmak için çok güzel bir yer.Bu yüzden annemlerle piknik için burayı seçtik.Burda piknik yaparak günümüzü eşsiz doğal güzellikler arasında geçirmek istiyoruz.Annem hazırladığı yiyecekleri sofraya koyarken ben de ona yardım ettim.Açık hava gerçekten insanı acıktırıyor bu yüzden tıka basa yemek yedim.Sonra da babamla biraz yürüyüş yaptık.
Ailemle birlikte geçirdiğim bu güzel günden sonra eve geldik.Yorgunluktan uyuklayarak günlüğümü yazmayı başardım..
Ve sonraki gün yine doğa ile başbaşayız.Bolu göllerinin maviliği içimize işleyerek ,doğanın kokusuyla iliklerimize doluyor.Mesela Çubuk Gölü 1150 m yüksekliğinde her mevsim muhteşem manzaralar sunan heyelan set gölü.Sadece doğanın sesini dinlemek isteyenler için harika bir atmosfer sunuyor.Aynı zamanda Sünnet gölü,Seben Gölü,Sülüklü Göl Bolu'nun saklı cennetlerinden.Bolu da gezmek çok güzel.İnsan nereye gideceği konusunda kararsız kalabiliyor.
Bu yüzden Cumali ve ben boş zamanlarımızda sırayla plan yaparak heryeri görmeye ve gezmeye çalışıyoruz.Yemyeşil tepeler arasında parıldayan harika doğa, fotoğraflık manzaralar sunuyor.Tabiki telefonumuzu fotoğraflarla dolduruyoruz yine.
2011 yılında tabiat parkı ilan edilen Göksu Tabiat Parkı ve içinde bir de Aladağ göleti.Aladağ göleti çevresinde kamp yapılabildiğini keşfettik ve daha sonra bir iki arkadaşımız ile buraya gelerek deneyimlemek istediğimiz bu kamp serüveni için plan yapmaya karar verdik.
Ertesi gün için Cumali ile Akşemsedin Türbesine gitmek için yola çıkıyoruz.Fatih Sultan Mehmet'in hocalığını yaptığı bilinen Akşemseddin ,tarihte ve İslam dünyasında fazlaca etkileri olan bir kişi.1464 yılında Fatih Sultan Mehmet 'in emri ile yapılmış huzur dolu bir mekan.Bolu'nun en çok ziyaret edilen yerlerinden biri.Daha sonra Akşemseddin türbesini ziyaret ettikten sonra kayalık bir tepe üzerinde yer alan ve her yöne hakim olan Bizans dönemine ait olduğu düşünülen Gerede Asar Kalesi'ne gidiyoruz.Kale içindeki mağaralar dikkat çekici gerçekten.
Kale'de arkadaşımla otururken geçen yıl gittiği Gerede ilçesindeki çam ormanları ile kaplı,temiz havası ve güzel manzarası ile Esentepe Kayak Merkezi'nden söz ediyor.Mart ayından aralık ayına kadar harika konaklama olanakları olduğundan ,eşsiz güzelliklerinden söz ediyor.Açıkçası benim de gitmek istediğim yerler listesindeydi ama Cumali'nin gülümseten tasviriyle gitme isteğim daha da arttı.Ben de Cumali'ye geçen yıl gidip kaldığım Aladağ Yaylalarından bahsediyorum.Kamp olanağı sunan bu eşsiz güzellikteki yaylayı ziyaretim sırasında yaptığım dağ bisikletinden,temiz havasından,yürüyüş parkurundan bahsettim.Cumali'de gidip görmek istediğini ve bu harika atmosferde bulunmak istediğini söyledi.
Bolu'nun eşsiz güzelliklerini bitirince , başka illeri de gezip görmek istiyoruz.
İRFAN GEZER
BURSA ANADOLU KIZ LİSESİ


MÖ. 3. yüzyılda Bithynialılar ve Prusiaslılar tarafındankurulan,adı “Prusa”
olan,yazılı kaynaklarda “Bitinya” olarak da geçen,her karış yerinden tarih
fışkıran,Tarihi eserleriyle anıtlar şehri kabul edilen, kestanesi,şeftalisi,havlusu ile ün kazanan,ipek böceği ile ticari zenginliğe ulaşan,iskender kebabı ile de markalaşan, yaz kış şifalı kaplıca sularından yararlanılan, festivaliyle,fuarıy-
la,Uludağ’ı ile ,çim ve su sporları ile doyasıya eğlenilen,yeşiliyle örtünen, beyazıyla süslenen,ve mavisiyle de gülümseyen,’’ruhaniyetli bir şehir’’.
Evliya Çelebinin seyahatlerine ilk başladığı,’’ ipek yurdu, büyük şehir, diri ve kadir olan tanrının nazargâhı, devletler taht merkezi ve eski Osmanlı başkenti ‘’dediği Bursa’dayım.
Karşımda büyük heybetiyle ,beyaza bürünmüş ,Osmanlı’nın ‘’kar hazinesi ve rahmet buzu ‘’olan Uludağ .
Büyük bir merak ve heyacan içinde bu tarihi ve kültür şehrini tanımak istiyorum.Osmanlı’nın ilk başkentinde olmanın mutluluğu içindeyim.
Bursa’nın merkezine doğru ilerliyorum.Türk ve Osmanlı tarihinde demokratik yaşama geçişin ilk adımının atıldığı topraklarda şehir merkezine doğru ilerlerken,bu muhteşem şehrin tüm tarihi değerlerini ve güzelliklerini kucaklıyor gibiydim.Birden yüreğimi hüzün kapladı.Benim görmek istediğim Bursa bu değil.Baktığım yerlerde tarih ile ilgili bir yapı göremiyorum.Nereye baksam modern yollar ve binalar görüyorum.Bursa’nın eteklerinde kurulan Bursa kaybolmuş,ovasında modern bir Bursa doğmuş.
Bu buruk duygular içinde Ulucami ve hanlar bölgesine geldim.
Aman Allahım ne muhteşem bir görüntü.Karşımda Ulu Cami ve Hanlar Bölgesi.Diğer tarafta surların göründüğü Tophane.Nereye baksam tarih kokusu aldığım, tarihi Bursa’nın merkezindeyim.Gezimi Bursa’nın kalbi Ulucami’yi gezerek sürdürmeye karar verdim.
Tarihi değeri yüksek bu muhteşem yapının karşısında gururlanmamak mümkün değil.
Ulucami ve Orhan Camii’nin hemen altındaki Kapalı Çarşıya geçtim.. Orhangazi zamanında Hanların araları çatı ile kapatılarak kapalı çarşılar meydana getirilmeye başlanmış ve Kapalı Çarşı’nın ilk hali(ilk bedesten) bu şekilde oluşmuş.Daha sonraki yıllarda Sahaflar, Akatarlar, İvaz Paşa, Gelincik, Sipahiler, Karacabey (Yorgancılar, Sandıkçılar) Eski bakırcılar Çarşıları eklenerek kapalı çarşıyı oluşturmuşlardır.
Kapalı Çarşıya bağlı olan Vakıf Bedesten Kuyumcular Çarşısı’na yol aldım. Çarşıya girer girmez çok güzel bir çeşme bizi karşılıyor ve çeşmenin yanında bu çarşıyı tanıtan bir yazı bulunuyor. Yazıda ’’ Osmanlı Devletinde ilk defa Orhangazi tarafından Bursa’da emir hanı ve epeyce geniş bir çarşı yaptırılmıştır. Fidan hanın kapısındayız.Koza hana benziyor.Keyifli zaman geçirilecek bir yer.Bir kahve içimi için hana giriyorum.Bir Türk kahvesi içerken huzur buluyorsunuz.
Gezinirken kendimi Pirinç hanın içinde buluyorum.1. Beyazid tarafından yapılmış.İstanbul’daki cami ve imaretlerine gelir sağlamak için yaptırılmış.
Prinç hanın güneyinde İpek hana geliyorum.Çelebi Mehmet tarafından yaptırılmış.
Kapalı çarşının batı kapısından çıkınca, karşımda Balıbey hanı görüyorum. Buradan yorgancılar çarşısına ilerliyorum.
Çarşı bölgesinin kapısından, doğuda Tuz Pazarı’na doğru uzanan Uzun Çarşı, Bursa’nın en hareketli alışveriş bölgelerindendir. 15.yüzyılın ilk yarısında en eski alanı burasıdır. Koza Han’ın kuzey Uzun Çarşı olarak adlandırıldığı bilinmektedir.
Cümhuriyet caddesinde ilerliyorum.Geyve Han karşımda.Lonca hanıda deniliyor.XV y.yılda Hacı İvaz Paşa tarafında yapılmış.Hanın arka kısmında Tahıl hanı bulunmakta.
Tuzpazarı denilen yerdeyim.Karşıma yine bir han daha çıkıyor;Çukur han.II.Murat zamanında Yıldırım Bayezid’in damadı tarafından yaptırılmış.Osmanlı yiyecek maddelerinin satıldığı han olarak ilgi duyulan bir yer.
Bu büyüleci atmosferden çıkarak,dünyanın dört arastalı köprülerinden biri olan ırgandı köprüsüne doğru yola koyuldum.
Yönümü Tophane denile eski kaleye yöneltim. Tahtakale’nin içinden gitmeye karar verdim.
Muhteşem surlarle karşılaştım.Saltanat Kapısı önünde kendimi buldum.
Osman Gazi ve Orhan Gazi türbesinin bulunduğu Tophane Saat Kulesinin yer aldığı Tophane Parkı'na yöneldim
Bursa'nın Yıldırım ilçesinde bulunan Tarih Irgandı Çarşılı Köprü ‘ye Gökdere Bulvarı üzerinden araba ile gittim ve köprüyü incelemeye başladım .
Yeşil Cami'den yola çıktıktan sonra Doyuran Cadde üzerinden çok kısa sürede Emir Sultan Türbesi’ne geldim ve etrafı incelemeye başladım .
Emir Sultan Türbesi , Emir Sultan'ın eşi ve Yıldırım Beyazıt’ın kızı tarafından yaptırılmıştır .
Yıldırım Beyazıt Türbesi'ne çok yakın olan Yıldırım Beyazıt Camisi'ne yürüyerek geldim çünkü birbirlerine çok yakınlardı . Camiye geldikten sonra önce dış yapısını , sonrada içerisini gezmeye başladım .
Yıldırım Beyazıt Camisi'nden Bursa Tofaş Anadolu Arabalar Müzesi'ne gitmek için Barutlu Caddesi’nden Gökdere Bulvarı'na geçtim ve 5,6 dakika içinde müzeye ulaşmayı başardım . Geldiğime göre artık gezmem gerekiyordu .Etrafı çok dikkatli bir şekilde gezmeye başladım.
Tofaş Anadolu Arabalar Müzesi'ne çok yakın olan bu türbeye yürüyerek gittim
Çobanbey Türbesi’nden Kapıcı Sokağına araba ile ilerledim ve daha sonra Köşk Caddesine kadar ulaştım ve etrafı gezmeye , kapının girişinden başladım .
Burası gerek yerel halk gerek turistlerle oldukça kalabalıktı. Oradaki bir taşın üzerinde Osman Gazi ve Orhan Gazi Türbesinin Unesco tarafından koruma altına alındığı yazıyordu. Osman Gazi Türbesi'ne girmeden önce İstiklal Şehitleri mezarlarını gördüm. İnsanlar etraflarını inceliyor fotoğraf çekiliyor dua ediyordu bunları görmek beni mutlu etti.
Bu muhteşem yerden ayrılarak Balabey kalesine doğru ilerlemeye başladım.
Osmanlı’nın yaptığı ilk kale olan Balabanbey kalesini gördükten sonra Tophane'den biraz aşağı doğru indiğinizde açık tonlardaki mimarisiyle Fabrika-i Humayun sizi karşılıyor.
Hamza Bey Külliyesinden aşağı Çekirge’ye indiğimizde bizi bu hamam karşılıyor.
Bursa, şifalı sularıyla da ülkemizin en önemli ziyaret noktalarından biridir. Dış yapısındaki tuğlaların deniz dalgasını andıran motifiyle ilk görüşte dikkatleri üzerine çeken hamam, yoldan birkaç basamak aşağıda bulunmaktadır.
Karşıma Karagö Hacivat heykeli çıkıyor. Gölge oyunlarının ülkemizdeki temsilcisi olan Karagöz ile Hacivat tiplemelerinin Bursa da yaşadığı ve Orhan Cami inşaatında çalıştıkları ile ilgili çeşitli anlatılar bulunmaktadır.Heykelin karşısında müzesi bulunmakta.
Çekirge'den aşağı inip Osmangazi'ye geldiğimizde ise önce Protestan Kilisesi karşılıyor bizi. Kavuniçi rengi sayesinde insanın içini ısıtan kilisede her Pazar ayinler yapılıyor. Bahçesindeki ve duvarlarındaki yeşillikler sebebi ile ferah bir havası olan kilise her hafta sonu misafirlerine gezme fırsatı sunuyor.
Reşat Oyal Kültür parkına yanından geçerken parkın güzelliğine bayıldım.
Heykel deAtatürk heykelinin önündeyim.Karşımda Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu,solumda Valilik binası,sağıma bakıyorum setbaşına uzanan cadde,akrama bakıyorum Bursa Kent Muzesi.Her bakışta göz tarihi bir değere takılıyor.Tarihi değerler denizinde sörf yapıyor gibi hissediyorum kendimi.
Zamana meydan okuyan bu tarih deryası içinde ilerlerken Muradiye Külliyesine doğru yöneldim.Yolumun üzerinde karşıma Geruş Sinagogu çıktı.Dışındaki krem rengi duvarları sayesinde insanın içini açan yapı Yahudilerin ibadet yeri.Sinagog Yoluma devam ediyorum.Tarihi eski Bursa evleri içinden geçerek Muradiye Külliyesi’nin kapısındayım.Bursa’da inşa edilmiş beşinci ve son külliye. Külliye II.Murat tarafından yapılmış.
Hanedana ait en büyük türbe topluluğunun yer aldığı külliye.Külliye gezintisi sonucunda ölüm ile yaşamın,rüya ile hakikatin,hüzün ile huzurun bir arada hissedildiği yerdir burası diyor insan.
Muradiyeden ayrılıp Uludağ yoluna yöneldim.Yolun kenarında dedikleri İnkaya Ağacını görmek istedim.Oraya vardığımda hayatımda gördüğüm en büyük ağaç, resmen yaşayan tarih.
Bursa’ya gidince Cumalıkızık’ı görmemek olmazdı 2014'te Unesco dünya mirasları listesine giren köy Cumalıkızık'ta Osmanlı döneminden kalma evler vardı.
Bursa anlatılmak bitmiyor. Bu şehirde iz bırakmış insan sayısı sayılıdır ama bu şehirden kendisinde izler kalmış insan yoktur diyebiliriz.
İbrahim Cinkaya Sosyal Bilimler Lisesi
Sevgili Günlük;
Bir Aralık sabahının soğuk ve bir o kadar da erken saatlerinde kurduğum alarmımdan yarım saat önce kalkmış, önceki günlerde yaptığımız gezi planımızın gerçekleşeceğini düşünerek bunun heyecanıyla kahvemi demlemiş ve balkonumdan gözüken karlara bürünmüş Karcı Dağı’nı seyre dalmıştım.
En kısa sürede dışarı çıkmak için koşar adımlarla odama üzerimi değiştirmeye gittim. Kıyafetlerimi giyip çantamı hazırladıktan sonra kameramı yanıma almak maksadıyla uzun süredir temizlemediğim lenslerimi temizledim, şarjımın olduğundan emin oldum ve Mia’yı öpüp ona veda ettikten sonra her şeyimi sırtlanıp dışarı çıktım. Mia; daha önce de bahsettiğim üzere en yakın arkadaşım, 2 yaşındaki güzel köpeğim. Bugün benim için bir hayli önemli ve güzel bir gün olduğundan ötürü sabah yürüyüşüne annem ile çıkacaklardı Telefonumu elime aldım ve grubumuza çıktığımı belirten bir mesaj attım
Kahvaltımın son demlerindeyken telefonuma gelen bildirim sesiyle hazırlanmam gerektiğinin farkına vardım ve heyecanla hazırlanmaya koyuldum. Yorucu lâkin bir o kadar da keyifli bir gün olacağının bilincinde bir şekilde evden çıkarken bizi böyle bir projeye dahil ettiği için minnet duyduğumuz Mustafa hocamın numarasını tuşladım. Kapıyı açmamla beraber dört yavru kedinin bahçemizde bulunan kaptan su içtiklerini gördüm ve mamalarının bittiğini fark etmemle koşar adım bakkala gidip bir küçük paket mama alıp kabı doldurdum. Bunun minnetini üzerinde taşıyan dört çift gözün üzerime dikilmesiyle günümün belki de en güzel anlarından birine tanık oldum Bu şehri sevmemin sebeplerinden biri de bu olsa gerek, minnet dolu bir çift göz.
Telefonumu saate bakmak için elime aldığımda saati görmemle beraber artık gitmem gerektiğinin farkına vardım ve buluşma yerine hızlı adımlarla ilerledim
Tuğçe’nin geldiğinin söylemesinden hemen hemen beş dakika sonra ben de Çınar Meydanı’na varmıştım. Buluşma yerimize gittiğimde herkesin orada beni beklediğini gördüm. Tuğçe, Batuhan, Rana ve Mustafa hocamızla merhabalaştıktan sonra ilk rotamızın nereye olduğunu sordum. Önce Çınar Meydanı’nda keyifli bir kahvaltı yaptık ardından Pamukkale’nin eşsiz güzelliğini görmek için yola koyulduk
Pamukkale’ye yaklaştığımızı arabanın camından görünen bembeyaz, eşsiz bir görüntüyle anladık. Önce Laodikeia’yı gezecek ardından travertenleri ziyaret edecektik. MÖ 1. Yüzyılda siyah yünün dokunduğu o devasa tekstil kentinin atlattığı deprem sonrasında yıkılan yapılarını gözlemlerken ne kadar ince işçiliğin olduğunu, İncil’de geçen kutsal kiliselerden biri olmayı ne kadar hak ettiğini anladık. Hızla meclisi ve tiyatroları da gezdikten sonra travertenlere doğru adımladık.
Pamukkale kalsiyum karbonatın çökmesiyle oluşan doğal ve eşine az rastlanır bir güzellik. Burayı görmek için gelen yüzlerce insanı gördüğümüzde ne çok şanslı olduğumuzu fark ettik, biz bu güzelliğe hiç de uzak değiliz Bu sıcak su kaynakları eşsiz olmalarının yanında içinde taşıdıkları minerallerin zenginliği sayesinde birer şifa kaynağı Pamukkale’den çıkmamızın ardından hiç vakit kaybetmeden Hierapolis Antik Kenti’ne doğru yola çıktık. Yolda da boş durmamak adına ufak bir araştırma yaptık Hierapolis de Laodikeia gibi önemli bir kent. Başlangıçta Frigya’nın kurulduğu bu topraklarda ardından Helenistik Dönem yaşanıyor lakin yine bir depreme kurban gidiyor. Yunancada Kutsal Kent anlamına gelen adını ise depremin ardından tekrar kurulan şehrin Yunan kültüründen kaynaklanıyor.
Hedefimize vardığımızda Hierapolis hakkında birçok bilgi edinmiştik ve attığımız her adımın bizim için bir anlamı oldu. Diğerlerinde olduğu gibi burada da onlarca fotoğraf çekildik ve Denizli’nin tarihini yakından inceleme fırsatı bulduk. Gezimiz eğlenceli olduğu kadar kültürel açıdan fazlasıyla doyurucu oluyordu
Bir sonraki durağımız Bakırcılar Çarşısı! Denizli’nin en köklü esnaflarından biri olan bu çarşıya adımımızı attığımız anda zanaatı iliklerimize kadar hissedebiliyorduk. Herkes bizim kendilerini ve yaptıkları işleri merakla izleyişimizi doğal karşıladı ve büyük bir sevecenlikle işlerini, yüzyıllar içerisinde unutulmaya yüz tutan usta-çırak geleneğinden bahsetti. Bunları dinlemek insanı bir yandan hüzünlendiriyor fakat bir yandan da asla unutulmamalarını sağlamak için hırslandırıyordu. Bizi dükkanında ağırlayan Yaşar Usta’nın bize ısrarla söylediği cümle her gencin unutmaması gereken türdendi: Gençler, geleneklerimiz siz yaşatmak istediğiniz sürece yaşar. Evet, biz bu köklü ağacı bu güne dek yetiştirmiş olabiliriz fakat siz sulamadığınız sürece neye yarar ki onca emek?..
Yaşar Usta’nın dükkanından mest olmuş bir şekilde ayrılırken içimizde hafif bir burukluk vardı fakat yüzümüzdeki tebessümü de düşürmüyorduk. Mustafa Hoca koca bir günün yorgunluğunun ardından bir Denizli kebabının iyi gideceğini söyledi ve çarşımızda bulunan kebapçılardan birine aç birer mideyle adımladık. Lezzetli kebabımızı yerken günümüzün ne kadar harika geçtiğini konuşuyor ve anı tekrara tekrar ölümsüzleştiriyorduk
Denizli, birçok kente ev sahipliği yapmış, doğal envai çeşit güzelliğinin yanına yapaylarını da eklemiş ülkemizin en nadide şehirlerinden biri. İnsanıyla, havasıyla, yaşayışıyla burada yaşayan bizleri şehir dışına giderken bile hüzünlendiren bu şehir her insanın hayatında bir kere görmesi gereken yerlerden biri. Evet Günlük, ben ve arkadaşlarım Mustafa Hoca sayesinde içinde yaşadığımız bu şehrin güzelliklerini bir kere daha görme imkanına eriştik, bu güzel günü asla unutamayacağım ve her daim koca bir gülümsemeyle anacağım

"Bir Sevdadır Erzurum..." Öğretmen:Ayşe KİRAZ
Proje Günlüğümüzü Hazırlayan Öğrencilerimiz:
Eylül Aslıhan KIZILCA
Beyzanur DOĞAN


Sabahın ilk saatleri soğuk iliklerime kadar işliyor. Hava, tıpkı seyyah-ı alem Evliya Çelebi’nin bahsettiği gibi. Elimde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı kitabı ve ben Havuz başından Çifte Minareli Medreseye Erzurum tarihini adım adım gezmeye başlıyorum. Kısa süren bir yolculuk...
İlhanlıların sembolik yapılarından biri olan, işlemeleriyle insanı kendine hayran bırakan, hükümdar Sultan Olcaytu döneminde yaptırılan ve Anadolu’daki en önemli kapalı avlulu medreselerinden biri olan Yakutiye Medresesi’nin önündeyim. Medrese içerisinde odalar ve odaların tarih kokan içleri beni benden alıp geçmişe doğru sürüklüyor. Mekanın bana sunduğu dalgınlığımı medreseyi gezmeye gelen ziyaretçilerin sesleri bozuyor ardından gezime devam ediyorum. Yakutiye Medresesi’nin hemen bitişiğinde yer alan ve Mimar Sinan’ın planını çizdiği Lala Paşa Camii'sine
yürüyorum. Sabah namazını eda eden cemaat birer ikişer mekandan ayrılmaya başlamıştı. Yüzlerinde rablerine olan borçlarını ödemenin mutluluğu görülebiliyordu. Cami, şehrin ilk Osmanlı eseri idi. Merkezi bir yerde olması gün içinde farklı vakitlerde caminin dolup taşmasına neden oluyordu. Lala Mustafa Paşa’nın bir hayratı olarak inşa edilen ve değişik dönemlerde tamir gören cami tarih boyunca nice devlet adamı, şair, ulema ve halkın tercih ettiği bir eser olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Zaman haylice geçmişti; fakat ben bunun farkında mıydım?
Güneş artık iyiden iyiye kendini göstermeye başlamış ve soğuk şehrin güzel insanlarının sesleri her yerden duyulmaya başlamıştı. Hayat işte bu şehirde yeniden başlıyordu. Bir tarafta makine sesleri diğer tarafta insanların koşuşturmaları ve banka oturmuş yeni yolculuğu bekleyen ben...
Lala Paşa Camisinden ayrılırken ayaklarımın beni hangi tarihi mekana götüreceğini tahmin etmem mümkün değildi. Neden mi? Bu şehir adeta bir açık hava müzesi idi ve her tarafın farklı bir tarihe açılıyordu. İşte o yerlerden birinin önünde idim. Usulca kafamı kaldırdım ve duvarda yazılı olan yazıyı okumaya çalıştım. Kapısına asılan panoda buranın Ulu Cami yani Atabey Camisi olduğu yazıyordu. Meraklandım, aslına bakarsanız birazda heyecanlandım. Bu ana kadar neden ben bu yapıyı görmemiş ve hakkında bir bilgi sahibi olmamıştım. Saydım tam 5 kapısı vardı. Ben şimdi bu beş kapıdan hangisini kullanacaktım. Önünde bulunduğum kapıdan içeriye girmeyi düşünürken dikkatimi bir mezar çekti. Bu mezar kimin? Neden hemen caminin yanı başında? Sağıma ve soluma baktım soruma cevap bulamadım. Mezarın etrafına yaklaştığımda duvarda bir yazının asılı olduğunu gördüm. Dikkatlice
okudum. Şöyle bir yazı vardı: Pabuşcuzade Hazretleri
Kimdi bu zat ve neden buraya defin edilmişti. Yanımda bir yaşlı amca beliriyor ve beni aydınlatmaya çalışıyor. Kızım:
- Bu zat Erzurum’un manevi mimarlarından biridir. Günün birinde şehirde kurbağa sesinden yatılmaz imiş. Halk muzdariptir. Haktan yardım ister ve dua ederler. Dönemin kadısına gider ve durumu ona da izah ederler. Kadı der ki gidin o kurbağaların olduğu suya pabuçlarınızı atın. O an kadının dediklerine anlam veremezler ve kırgın bir şekilde oradan ayrılırlar. Dediğini de yapmayı ihmal etmezler. Günler sonra kurbağa sesinin azaldığının farkına varanlar o an kadının ne demek istediğini anlarlar. O günden sonrada kadı artık Pabuşcu kadı diye anılmaya başlar. Bu bilgilerden dolayı amcaya teşekkür edip Ulu Camiyi gezmeye başladım. İçeriye girdiğimde iç içe girmiş 7 sahın gördüm. Cami ferah ve aydınlıktı.
İlerledim ve mihraba yöneldim. Üç mihrap gördüm. İlki hemen caminin ana girişinin karşısında idi. Diğer ikisi ise sağ ve sol taraflardaydı. Ben gezerken yanı başımda bir görevli cami hakkında bilgi veriyordu. Onu can kulağı ile dinlemeye ve notlar almaya başladım. Caminin Anadolu’da ilk kurulan beyliklerden biri olan Saltuklu Beyliği tarafından yaptırıldığı ve yıllar içerisinde 4-5 kez tamirat gördüğü bilgisinin notlarımın arasına aldım. Caminin mimari Kızıl Mehmet imiş. Neden Kızıl sorusuna verilen cevap ise sakalının kızıl renkte olması imiş. Cami görevlisi bilgileri verirken soru sorulmasına da izin veriyor ve gelen soruları cevaplanmaya çalışıyordu. Tam aradığım fırsat oldu ve ilk soruyu ben sordum.
- Cami de dikkatimi çeken mihrabın olduğu yerde iki fil gözüne benzeyen pencereler var. Bunların özel bir sebebi var mı?
Görevli bu soruyu zaten bekliyormuş ve anlatmaya çoktan hevesli imiş. Kızım diye söze başladı:
- O zamanlar bugün ki gibi saatler yok. Namaz vakitleri nasıl bilinecek. İşte bu fil gözü dediğimiz pencereler devreye giriyor ve sorun çözülüyordu. Şimdi diyeceksiniz ki nasıl? Hemen bu sorunuzun cevabını vereyim.
-Öğle ve ikindi namaz vakitleri fil gözlerinden cami içine düşen gölgelere bakılarak anlaşılır ve imam efendi ezanı okumaya başlardı...
Görevli anlatmaya devam ettiği sırada ben usulca caminin diğer kısımlarıyla ilgilenmeye başladım. Keşke her tarihi mekanda böyle güzel anlatımlara ve bilgi birikimlerine sahip kişiler olsa... Mihrabı, minberi, içinde yer alan okulu, depreme dayanıklılığı ve ses düzeniyle ülkemizde ki ender yapılardan biri olan Ulu Camiden çıkıp, Çifte Minareli Medresenin yolunu tuttum.
Kar hafif hafif yağmaya başlamış etraf beyaza bürünmüştü. Camiden sola döndüğümde tüm ihtişamıyla Çifte Minareli Medrese beni bekliyordu. Anadolu’da iki katlı açık avlulu en büyük medresenin burası olduğunu tarih öğretmenimden dinlemiştim. İtiraf edeyim hiç bu kadar etkileneceğimi bilmiyordum. Atalarımla ne kadar övünsem azdır. Ne güzel işler yapmış ve bize şanlı bir tarih bırakmışsınız. Çifte Minareli Medrese XIII. Yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti tarafından yaptırılmış. Taş işlemeciliğinin en güzel örneklerinin sergilendiği yapının maalesef mimarini bilemiyoruz. Medrese girişinde çift başlı kartal, hayat ağacı, ebabil kuşu, incir ve nar meyveleri, hilal inde ince işlenmiş ve yapı güzelleştirilmiş idi. Medresenin içinde bir havuzun olduğu ve bu havuzda öğrencilerin astronomi çalışmaları yaptığını uzaktan dinlediğim rehberden öğreniyordum.
Ya sınıf kapılarının yüksekliğinin kısa tutulmasının sebebi neydi?
Aslında bu sorunun cevabı kısa ve net idi. İlme duyulan saygıdan kaynaklanıyordu. Her sınıfın kapısının üstünde farklı şekiller ve motifler vardı. Motifler bize her odanın farklı bir bölüme açıldığını işaret ediyordu. Dört eyvanlı yapının içinde gezinirken Padişah Hatun Kümbetini de gezmeden gitmek olmazdı. Dualar ederek, gururla ve geçmişimle yüzleşerek Çifte Minareli Medreseden ayrıldım. Yorulmuştum ve bir gün tüm bu güzellikleri sığdırdığım için kendime de kızıyordum. Ben bu yerlere bir daha gelmeliyim...
Son durağım Romalarının inşa ettiği kale idi. Şanslıydım oraya da yürüyerek gidebilecektim. Çantam elimde yolculuğuma devam ediyordum. Kale çevresinde hummalı bir çalışma ve işçilerin koşuşturmaları dikkatimden kaçmıyordu. Kalenin içinde mescit ve Saat Kulesi yer alıyordu.

Anadolu’da inşa edilmiş ilk mescit olan Kale Mescidi ve Tepsi Minare Saltuklu dönemine ait yapılar imiş. Kaleden ayrıldım ve bu muazzam gezimi bitirdim.Ben Havuz başından Erzurum Kalesine bin adımda vardım. O bin adımın her birinde Erzurum’u değil bin yıllık tarihimi adımladım. O bin adımı yürümeyi göze almak da size kalsın ben buraya kadar Erzurum’u değil tarihimizi tanıttım...
Sevgili günlük;
Bugün size doğup büyüdüğüm halada içinde bulunduğum şehirden Eskişehir’den bahsedeceğim.
Eskişehir günümüze kadar değişik uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Bunlardan bazıları; Frigya, Bizans, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı İmparatorluğu’dur. Bazı kaynaklarda 1176'da Selçuklu Sultanı II. Kılıçaslan'ın Bizans İmparatoru Manuel Komnenos'u mağlup etmesinden sonra kent, Selçuklular'ın egemenliği altına girdiği ve uzun bir zaman yıkık ve terkedilmiş olan Dorylaion-Şarhöyük'ün yakınında, harabenin güneyinde yeni bir yerleşme kurulmuştur. W. M. Ramsay'in bildirdiğine göre, büyük olasılıkla Dorylaion harabelerine Eskişehir adı verilmiş ve bu ad o zamandan günümüze uzandığı belirtiliyor.
Tarihi kokusunu hiç yitirmeyen Anadolu Türk Mimarisi örneklerini koruyarak günümüze kadar gelen Odunpazarı evleri Osmanlı döneminin kent mimarisinin özelliklerini taşıyarak günümüze kadar gelmiştir. Odunpazarı ''Tarihi ve Kentsel Sit'' olarak koruma altına alınmıştır. UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan ve bu proje kapsamında öncelikle geleneksel Odunpazarı evlerinin yoğun olarak bulunduğu 30 sokakta 300 ev, 3 Camii, 1 Külliye, 2 Kervansaray, 15 Çeşme, 1 Han’ın restorasyonu ve aslına uygun yapımı gerçekleştirilmiştir. Odunpazarı’nın her sokağı, her konağı her an farklı anılar biriktirebileceğiniz şirin ve dar sokaklarından oluşan semttir.





Odunpazarı sadece evleri ve tarihi dokusunun dışında bakır işlemeciliği, kalaycılık, antika, ahşap oymacılığı, cam sanatları ve lületaşı gibi el sanatlarına da ev sahipliği yapmaktadır. Lületaşının önemli bir örneği büyük lületaşı ustası Hafız Ahmet Efendi tarafından yapılan Mustafa Kemal Atatürk ve dönemin İran Şahı Rıza Pehlevi’ye armağan edilen “Gül Asa” Anıtkabir Müzesi’nde sergilenmekte olduğu bilinmektedir.
Tarihi Odunpazarı Evleri’nin yanında bulunan külliye ve tarihi evlerin yanı sıra adeta birbirini tamamlar. Kurşunlu Külliyesi, 16. yüzyıl Osmanlı dönemine ait bir eserdir. Osmanlı Devleti vezirlerinden Çoban Mustafa Paşa tarafından 1517 yılında yapılmıştır. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde bulunan vakıf kaydına göre, Büyük Kervansaray hariç, Külliye içinde bulunan binaların tamamı vezir Çoban Mustafa Paşa 1517-1525 yılları

arasında inşa ettirilmiş ve muhtemelen 1525 yılında tamamlanmıştır. Kurşunlu Külliyesi’nin mimarı muhtemelen, Mimar Sinan’dan önce mimarbaşı olan, Acem Ali’dir. Gerçek adı Alaeddin Ali Bey olan Acem Ali (Acem Alisi ya da Esir Ali diye de bilinir) klasik Osmanlı mimarlığında adı bilinen ilk mimarbaşıdır (1519-1537).
Eskişehir’in ilçelerinde de gezebileceğiniz önemli tarihi eserlerin, yeraltı şehirleri, külliye, cami gibi birçok eserin olduğunu da belirtmeden geçmek istemiyorum. Bunların bazılarından bahsetmek isterim.
Mihalıçcık ilçesinde bulunan Yunus Emre’nin mezarı Yunan işgali sırasında yıkılmış, 1949 yılında yapılan bir çeşmenin arkasına taşınarak yeni bir mezar yapılmıştır. Bu mezar XIII. Yüzyıl Selçuklu mimarisi üslubunda yapılmış açık anıt mezarın ortasına yerleştirildiği bilgilerine ulaşılmaktadır. Bu anıt mezarın bulunduğu yere 1982’de bir kültür evi, cami ve şadırvan eklemiştir. Aynı zamanda buraya Yunus Emre’nin bir de heykeli konulmuştur.
Seyitgazi ilçesinde ise Seyyid Battal Gazi külliyesi ve türbesi bulunmaktadır. Söylenceye göre Seyyid Battal Gazi’nin kabri bir rüya
sonucunda bulunur. I. Alaeddin Keykubat’ın annesi Ümmühan Hatun buraya önce bir türbe, ardından cami yaptırır. Günümüzdeki külliye türbe etrafında şekillenir. Osmanlılar, türbe ve camiye medrese, imarethane, tekke ve dergâh eklemişlerdir. Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren II. Beyazıt ve Sultan I. Selim tarafından tamir edilen yapılar eklentilerle zenginleştirilir. Kanuni Sultan Süleyman, İran’a yaptığı seferler sırasında Seyitgazi’yi ziyaret eder, külliyeye bazı ilaveler yaptırır. Irak Seferi’ne giderken ordusu Seyitgazi’de konaklar ve Matrakçı Nasuh’a Seyitgazi minyatürü yaptırır. IV. Murat ise Revan Seferi sırasında buraya bir kervansaray yaptırır. Seyitgazi, İstanbul-Bağdat-Hicaz yolunda yer alır ve hac yolculuğuna çıkanların da konaklama noktası olur. Bu durum dinî anlamda Seyitgazi’nin önemini arttırır.
Sivrihisar ilçesinde bulunan Kurşunlu Camii Sivrihisarlı Şeyh Baba Yusuf’un İstanbul’daki II. Bayezid Medresesi’nin açılışını yaptığı, Bayezid Camii’nde ilk cuma namazında açılış dersi verdiği belirtilir.
İlçe merkezindeki cami Şeyh Baba Yusuf tarafından yaptırılmıştır. Kitabesine göre inşa tarihi 1492’dir. Caminin en çarpıcı özelliklerinden biri duvarlarıdır. Duvar kalınlıkları son cemaat duvarında 1.32 m, diğer duvarlarda 1.48 m olarak ölçülmüştür. Bu cami 1343’te Hacı Osman oğlu Hoca İbrahim’in yaptırmış olduğu mescidin yerine inşa edilmiştir. Caminin yanındaki türbede Şeyh Baba Yusuf’un babası Halil Hoca ve oğlu Veli Hamdi Baba’nın kabri bulunmaktadır. Eskişehir’e yolu düşen herkesin zamana yolculuk yapabilecekleri, gezmesi çok keyifli küçük ama çok sevimli bir yerdir. Eskişehir büyük parkları ile eğlenceli şehirdir.

Bunlara en iyi örneklerden ise vazgeçilmez bir eğlence sazova parkı; Masal şatosu, Korsan gemisi, Sabancı uzay evi ile bir gününüzü tamamen ayırabileceğiniz parktır. Büyük kaydıraklar değişik salıncaklar parkın içinde mevcuttur. Kentpark ise sazova parkı gibi ayrıntılar düşünülmüş ailecek güzel vakit geçirebileceğiniz bir parktır. Burada yaşayan insanların özlem duyduğu şehir herkesin yaşamında bir yeri olan şehir ESKİŞEHİR












ESKİŞEHİR CEMAL MÜMTAZ SOSYAL BİLİMLER LİSESİ
DANIŞMAN ÖĞRETMEN: GÜLER ELCİK KABADAYI
KATILIMCI ÖĞRENCİLER: EDA İLKE CEYLAN, PELİN YALÇIN,NURSENA ER,CANSU GENÇTÜRK, GÖRKEM ÇİL,BEKİR AKIL,EZGİSU TUNCA, SUDE NAZ ÇANKIRILI,SUDENAZ ÖNKAL, AHMET YAĞIZ,ALPER BAYRAM,MEHMET CAN AYAZ, DOĞA GÜROL,BERAT KAR
YAZAN: PELIN YALÇIN
ESKİŞEHİR
Rüzgarlı bir sonbahar gününde, Eskişehir’in en sevdiğim yerlerinden biri olan Adalar’da yürüyordum. Yol boyunca uzanan ağaçların yaprakları sararmaya başlamış, ortaya muhteşem bir manzara çıkmıştı. Bakışlarımı bu görüntüden ayırarak yanından geçtiğim insanlara çevirdim. Kimisi soğuktan saklanabilmek için montuna sarılmış hızlı hızlı yürüyor, kimisi ise havayı hiçe sayarak Porsuk’un kenarında fotoğraf çekiniyordu. Ufak bir çocuk sudan geçmekte olan sandaldaki çifte el salladığında, gülümsedim.
Güne Sazova Parkı’nda ettiğim kahvaltıyla başladığımdan olsa gerek, oldukça mutluydum. Devasa Masal Şatosu’na karşı lezzetli çiböreklerimi yemiş, ardından nostaljik trenle tüm parkı gezmiştim. Korsan Gemisi’ni ise başındaki uzun kuyruktan dolayı bu seferlik pas geçmiştim. Şimdi ise Odunpazarı Evleri’ne gidiyordum.
Tramvay durağına geldiğimde ellerimi cebime soktum ve kenarda beklemeye başladım. Normalde kalabalıklığından şikayetçi olduğum için tramvayı pek tercih etmezdim ama eğer bir sonbahar günü Eskişehir’e geldiyseniz, kesinlikle bu durumu göze almalı; sararmış yapraklar arasında şehri şöyle bir turlamalı ve benim şu an yapmakta olduğum gibi yanından geçtiğiniz muazzam heykelleri incelemeliydiniz. Bu gezinti sırasında sokak çalgıcılarının ezgilerinin de size eşlik ettiğini duyabilirdiniz.
Atatürk Bulvarı’ndan istikametime doğru yürürken, aklıma gelen fikirle hızla yönümü değiştirdim. Buraya kadar gelmişken Balmumu Müzesi’ni gezmeden olmazdı. Daima müzenin kapısında sıralanan tur otobüslerini ve metrelerce uzanan giriş sırasını göremediğimde şaşırdım, bugün şanslı günümde olmalıydım. Hiç beklemeden biletimi alıp içeriye girerken, buraya ilk defa geliyor gibi heyecanlıydım. Belki de heyecanımın sebebi: hayatımda ilk defa Atatürk’e bu denli benzeyen, neredeyse birazdan gülüp, konuşacakmış gibi duran heykelle aramda yalnızca incecik bir cam olmasıydı. Heykellerin arasında ağır ağır dolanırken, dakikalar bana tolerans göstermemiş hızla akmıştı. Daha fazla geç kalmak istemediğim için gezimin bitiş noktasına doğru yürümeye başladım.
Odunpazarı Evleri’ne geldiğimde tarihin eşsiz kokusunu içime çektim. Zamanın kırmaktan korktuğu bir cam misali kucağında taşıdığı evlerin arasında dolanmaya başlarken, yağmur taneleri kaldırımları bezemeye başladı. Zanaatkarlar, büyük bir özenle lüle taşından yaptıkları eserleri toplarken, ufak bir kedi yağmurdan kaçabilmek için sokaktaki dükkanlardan birine girdi. Ben de kendimi, esnaflarının müşterilerine kırk yıllık bir dost gibi davrandığı Atlıhan Çarşısı’na attım. Yerliler ufak taburelerde oturup, sıcak çaylarını yudumlarken; turistler üst katta porselenden yapılan türlü eşyaları inceliyordu. Yavaşça ortadaki süs havuza doğru ilerledim ve başımı gökyüzüne çevirdim. Eskişehir, tarihin tozlu rafları arasında duran ama görkeminden hiçbir şey kaybetmemiş bir şehirdi. Eskişehir, eskimeyen bir şehirdi.


GÜMÜŞHANE
GÜMÜŞHANE TÜRK TELEKOM FEN LİSESİ
DANIŞMAN ÖĞRETMEN: ARZU GÜLHAN AKTÜRK
KATILIMCI ÖĞRENCİLER:
Meryem Kevser ATAK
Zeynep ÜNAL
Esranur YAŞAR
Meryem ÇİMEN
Gülsüm ATEŞ

GÜMÜŞHANE ( DAĞLARIN AVUCUNDAKİ ŞEHİR)
Gümüşhane'ye geldiğimi, otobüsteki yolcuların hareketliliğiyle anladım. Ben de diğer yolculara uyum sağlayıp bavulumu almaya indim. Bavulların alım bölümü açılırken etrafa bakma fırsatım olmuştu. Etrafta bulunduğum merkezden görülen ve her tarafı saran dağlar bulunmaktaydı. Sanki çok değerli bir şeyi korurmuşçasına; dizilmişlerdi. Düşüncelerimden arındım ve valizimi aldıktan sonra ne yapacağımı kafamda planlamaya başladım. Yapacağım şey belliydi, otobüste uykumu yeterince aldığım ve kısıtlı bir zamanım olduğu için, şehirde ufak bir gezinti yapmam gerektiğini düşündüm. Otogardan dışarı doğru adımlamaya başladım. Hava sıcaktı ve insanların, anladığım kadarıyla, keyfi yerindeydi. Kaldırımdan yürümeye devam ettim. Yolun ilerisinde üçlü bir ayrım vardı,
biri dolmuş durağı olduğunu düşündüğüm yere çıkıyor, biri anayola devam ediyor, birisi ise kahvehanenin olduğu yere giriş yoluna çıkıyordu. Belki bir rehber bulurum umuduyla kahvehaneye gitmeye karar verdim. Yol, aynı zamanda derenin üstündeki köprüydü de. Kahvehaneye doğru adımlarımı hızlandırırken, “Bu memleketi anlamak istiyorsam yapacağım en iyi şey insanlarına sormak olacak.” dedim. Nereyi gezip görmem gerektiğini seçebilirim böylece. Ben düşüncelerime dalıp gitmişken vardığımı fark etmemişim, etrafa biraz göz gezdirdikten sonra içeri girdim. Anlaşılan esnaflar burada birbiriyle yakındı. Ayrıca yan yana olmaktan hiç rahatsızmış gibi görünmüyorlardı. İçeriye girdiğim anda, çay ve kahve kokusu etrafımı sardı. Birkaç kişi toplanmış sohbet ediyor, birkaç kişi ise maç özeti izliyordu. Boş bulduğum ilk masaya oturdum. Yan masada
olan bir kişi bana bakmaya başladı. Neden baktığını anlamadım fakat bir tepki vermedim. Sonunda beklediğim şey oldu ve aramızdaki sessizlik bozuldu. “Kardeş, sen buralı mısın? Seni buralarda daha önce hiç görmemiştim.” diye söze başladı.
“Hayır, buralı değilim, aslına bakarsanız ben bu memleketi gezmek isteyen bir vatandaşım yalnızca. Türkiye'yi her şehri bir gün süreyle gezmek şartıyla turluyorum. Eh, şu anda da Gümüşhane'yi gezeceğim.” Duraksamadan devam ettim; “Fakat buraları gezebilmem ve bunu bir güne sığdırabilmek için bir rehbere ihtiyacım var. Buraları bilmiyorum ve gezilecek yerleri bilmezsem hiçbir şey yapamam. Belki yardım eden olur diye kahvehaneye geldim.”
Adam anladım dermişçesine başını salladı ve kahvehane sorumlusuna dönerek, “Bize iki çay, ustam! Bu yeni gelen kardeşimize ısmarlarsın artık.” dedi.
Kahvehane sorumlusu güldü ve onayladı. Daha sonra çayları hazırlamak üzere arka tarafa gitti. O sırada da adam bana döndü ve içten bir şekilde gülümsedi.
Kendimi samimi bir ortamın içinde bulduğum için şanslı hissediyordum. Yeni gelmeme rağmen beni kucaklamışlardı, yabancılık çektirmiyorlar, onlardanmışım gibi hissettiriyorlardı. Bu gerçek anlamda çok hoştu. Memleketin insanlarına şimdiden ısınmıştım fakat kim bilir, önümüzdeki saatlerde ne olacaktı. Adamın konuşmaya başlaması üzerine düşüncelerimden sıyrıldım.
“Öncelikle ben ismimi söyleyeyim kardeş, ben İsmail. Buralıyım ve gezeceğin yerler konusunda sana yardım edebilirim. Fakat söyleyeyim, dışarda buraya küçük falan derler ama burası öyle bir güne sığmaz.” güldü ve göz kırptı. Ardından devam etti; “Bu yüzden görülecek yerleri sadeleştirip söyleyeceğim.Detaylı gezmek için, sen
gel boş bir zamanında, bir hafta boyunca, hatta ondan da fazla zaman Gümüşhane'yi gez, tadını çıkar yeğenim.”
İşte o anda, dışardan duyduğum tepkileri ve ön yargılarımı tamamen sildim. Hatamı anladım ve ön yargılı yaklaştığım için utandım. Ne diye memleketin has vatandaşından öğrenmek yerine ondan bundan öğrenmeye çalışmıştım ben Gümüşhane'yi?
İsmail'e gülümsedim ve başımı salladım. “Çok teşekkür ederim, burayı tanımayı gerçekten çok isterim.” dedim. Ben cümlemi tamamladığım sırada “Mutlaka Tomara Şelalesi'ne git sen. Karaca Mağarası da çok güzeldir, hayran kalırsın. Kısıtlı bir zaman var fakat kestirme yollarla sana yardım edebiliriz.” dedi.İsmail bunu onayladı ve bana baktı. “Mehmet Abi haklı. Söylediği yerlere
mutlaka gitmelisin ki, en azından Gümüşhane'nin onlarca güzelliğinden birkaçına şahit olabilesin.” “Torul Cam Terasa da git mutlaka daha sonra... Eski Gümüşhane de senin buranın tarihini ve tarihi yapısını anlamanı sağlar.”
Kahvehane sorumlusu lafa girdi tekrardan; “Örümcek ormanlarına da gidersin, oturup güzel bir çay içersin orada.” Gözlerimi, isminin Halil olduğunu bildiğim yol arkadaşımın sesiyle açtım. Bana baktı ve gülümseyerek kemerini açtı. “Örümcek ormanlarına hoş geldin! Biraz turladıktan sonra Tomara Şelalesine geçeriz diye düşündüm. Sonrasında Karaca Mağarasına gider, oradaki açık pazarları inceleriz. Ardından da Süleymaniye Mahallesi’ne geçeriz. Son olarak Zigana Dağı’nda bir yemek yer yolculuğu tamamlarız. Uygun mudur?”
Başımla onaylayıp tekrar teşekkür ettikten sonra ormanı dolaşmaya başladık.
Ormanın havası ve atmosferi çok hoştu. Yerden birkaç kozalak alıp çantama koydum, şekilleri farklıydı. Sohbetimizi bitiren şey, Tomara Şelalesi’ne gelmemiz oldu. Birkaç park işi ve eşya alma seansından sonra, piknik yapmak için olduğunu düşündüğüm kamelyaların yanından geçtik. Şelalenin sesi ve kuşların cıvıltısı, insan seslerine karışıyor, mutluluk nidaları ve kahkahalar etrafı inletiyordu.
Karaca Mağarası'na gitmek için bir dağa araba yardımıyla çıktım ardından araba yolu bitince az bir kısmı da yaya olarak gittim. Dükkanların çoğunda yöresel tatlar ve hediyelik eşyalar vardı. Bu eşyaların çoğunluğu Karaca ve Gümüşhane hatırası değeri taşıyan yöresel ürünlerdi. Gümüşhane’yi gezmeye devam ediyorum. Burası dağların ardında saklı bir kent Dört bir yanı benzersiz güzelliklerle bezenmiş doğa harikası... Karadeniz ’in incisi Gümüşhane... Rotamız
Akçakale. Amacım şehrin köylerine küçük bir ziyaret yapmaktı. Bu bağlamda da hem rahat ulaşımı hem de bizi cezbeden doğal güzelliğiyle Akçakale Köyü’nü seçtim. Özellikle köy halkının sıcakkanlılığı ve misafirperverliği beni çok etkiledi doğrusu.Kuymak, erişte, siron... Hepsinin tadı damağımda kaldı.Dağlardan sarı çiçek, dağ kekiği ve gelincik topladım. Köylülerle sohbet edip çay içtik. Haşlanmış patates, lor peyniri ve turşu da çaya eşlik ediyordu. Gümüşhane’nin meşhur pestil ve kömesinden bana bir paket yapıp verdiler. Ayrılırken sanki bir yanım eksilmişti. Bu şehrin eşsiz güzelliklerini keşfetme fırsatını bulduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Gümüşhane yolculuğuma yoldaşlık eden bu köye ve yol arkadaşlarıma selamlarımı sunuyorum. Başka duraklarda görüşmek dileğiyle Gümüşhane’ den selamlar...













YEŞİLİN, MAVİNİN VE TARİHİN BULUŞMA NOKTASI:
MERSİN
Danışman öğretmen: Vacide ERDOĞAN
TARSUS BORSA İSTANBUL ŞEHİT UMUT SAMİ ŞENSOY ANADOLU LİSESİ
Katılımcı öğrenciler:
Yusuf Erdem ERDİLER
İpek ÖZMUTLU
Serhat Ege TAZELER
Ilgıt KAÇAN
Ece Su KARADUMAN
Esmanur TANRIVERDİ




Otobüsün dışında; deniz ve güneş fotoğrafı, daha yolculuk başlamadan içim ısındı. Fotoğraf bu kadar heyecanlandırıyor ise, gezi boyunca ne heyecan verici şeyler bekliyordur beni. Turda ilk mola yerimiz Anamur, Mamure Kalesi. Akdeniz‘in kıyısında ihtişamlı bir kale olan Mamure Kalesini geziyoruz. Yol kenarındaki muz seralarından geçiyoruz ve bir muz serası gezisi yeşil, sarı renklerde muzlar içinde kayboluyor insan.Kısa bir yemek molası, Köşekbükü Mağarası, birbirinden ilginç farklı sarkıtlar, bir doğa harikası çıkıyor karşınıza, yeraltında göz alıcı, şaşırtıcı görüntüler karşılıyor sizi.
MERSİN YOLCUSU KALMASIN!




Daha bu büyülü ortamın etkisindeyken bambaşka bir büyülü alana gidiyoruz. Anamurium antik kentinde, sanki tarihe bir yolculuk yapıyorsun Antik kentin deniz tarafından çakıl taşlarından alıp parlayan denizde taş sektirip, kıyısında kısa bir yürüyüş...
Ve mavi ile yeşilin, kampçıların buluştuğu pullu tabiat parkına geçiyoruz. Deniz, orman, güneş...
Anamur öğretmen evinde konaklıyoruz. Hafif dalgaların sesi ile güne merhaba diyoruz.
Sabah kahvaltısı sonrası, denizden biraz uzaklaşıyor, biraz daha yukarılara çıkıyoruz. MUT’LUYUZ şimdi J Mut Yerköprü şelalesi Şelalenin sularında gökkuşağı karşılıyor bizi. Gökkuşağının içinden geçsem mi acaba?
Daha bu büyülü ortamın etkisindeyken bambaşka bir büyülü alana gidiyoruz. Anamurium antik kentinde, sanki tarihe bir yolculuk yapıyorsun Antik kentin deniz tarafından çakıl taşlarından alıp parlayan denizde taş sektirip, kıyısında kısa bir yürüyüş...
Ve mavi ile yeşilin, kampçıların buluştuğu pullu tabiat parkına geçiyoruz. Deniz, orman, güneş...
Anamur öğretmen evinde konaklıyoruz. Hafif dalgaların sesi ile güne merhaba diyoruz. Sabah kahvaltısı sonrası, denizden biraz uzaklaşıyor, biraz daha yukarılara çıkıyoruz. MUT’LUYUZ şimdi J Mut Yerköprü şelalesi Şelalenin sularında gökkuşağı karşılıyor bizi. Gökkuşağının içinden geçsem mi acaba?






Silifke’nin yoğurdu, kız seni kimler doğurdu Yol alırken Silifke’ye, aynı türküyü mırıldanıyoruz. Masmavi pırıl pırıl bir deniz, sahilde insanlar
Rehberimiz kız kalesinin hikâyesini anlatıyor. Efsaneye göre kralın bir kızı olur. Kralın kâhini, kralın kızının gelecekte bir yılan tarafından sokularak öleceğini söyler. Kral ve karısı kahinin söylediklerinden çok etkilenir. Kızlarını korumak için denizin ortasında bir kale yaptırmaya karar verirler. Kralın kızı bu kalede yaşamaya başlar. Gel zaman git zaman kaleye sepetle gelen üzümün içinden çıkan yılan kralın kızını sokar ve kız ölür. Dinlerken hayalimde canlanıyor anlatılanlar. Tekne ile kralın kızının yaşadığı kaleye çıkıyoruz. Denizin ortasında hüzünlü bir efsane.

Sahil boyu tarihi kalıntılar, şimdi sıra da Kanlı Divane Tarih anlatıyor sanki her şey toprağın altında güçlü bir kök her yere filiz sarmış, her yerden tarih fışkırıyor. Antik tiyatrolar, kaleler, dini mekanlar
Deniz memleketinde deniz kıyısında ne yenir? Canım soslanmış kalamar ve deniz kokulu balık çekiyor. Denizden esen ılgıt ılgıt bir rüzgâr birde hafif bir müzik. Tekrardan Akdeniz akşamları
Mersin’de konaklıyoruz bu kez, yine sahilde insanlar, teknede balık ekmek kokusu. Biraz içerilere doğru girince de, tantuni kokusu alıyor yerini Oh, misss! Acıkmış mıyım ne? Tantuni yemeden gidilir mi Mersin’den?



Sabah Tarsus’a doğru yol alıyoruz. Kleopatra kapısındayız. Kleopatra Antonius ile buluşmuş mudur acaba burada? Yarı insan yarı yılan olan Şahmeran yaşamış mıdır burada? Yedi uyurlar yıllarca uyuduktan sonra uyanıp şehre indiklerinde neler olmuştur acaba? Bu düşüncelerin içindeyken Tarsus Kırkkaşık Bedestenine geldik. Bedesten Ramazanoğulları Beyliği zamanında yapılmış. Kimler gelmiş kimler gitmiş. 440 yılda neler görmüştür bu bedesten. Rehberimiz önceleri bedestenin aşevi ve medrese olarak kullanıldığını anlattı.




Bedestenin ortasında büyük kazanlarda yemekler konulurmuş. Etrafında kırk tane kaşık Kırk kişinin yemek yediğini sonra yine başka kırk kişinin yemek yemesini canlandırıyorum gözümde. Kırk kaşığın sesini duyuyorum sanki kulaklarımda
Rengârenk bir çarşı, yöresel el sanatları ayrı bir dünyaya götürüyor, huzur kaplıyor insanı. Baharat kokusu yayılıyor etrafa. Gözlerin içi gülen bir bayan karşılıyor beni bir bardak kaynar ısmarlıyorum kendime.




Sonrasında 440 yıllık Tarsus Ulu Camii’yi geziyoruz. Caminin minaresindeki saat kulesinden gelen saatin sesi ile Hz. Danyal Peygamberin Kabri Makamı Şerif Camii geziyoruz. Araca binmeden, etrafı gözleyerek, inceleyerek geziyoruz. Her adımda farklı bir hikâye Bu geçişler kadar güzel ki hiç bitmesin istiyorsun. Eski Tarsus evleri; burada çekilen filmlerden tanıyorum bu sokakları, evleri. Şimdi ben de bir filmin sahnesindeyim sanki.
St. Paul Kuyusu hemen ilerde dururken, Hıristiyanlar için önemini anlatıyor rehberimiz. İncil’de St. Paul müjdeleyici olarak geçiyormuş.




TARSUS Han olmuş, yolcusu çok olmuş...
Buraya kadar gelip de cezerye almadan gitmek olmaz. Antep fıstıklı cezerye, cevizli cezerye, fındıklı cezerye Çeşit çeşit cezerye burası medeniyetler şehri. KARIŞIK OLSUN BENİM CEZERYE...





EEG


EGE'NİN İNCİSİ İZMİR
KONAK ATATÜRK MESLEKİ VE TEKNİK ANADOLU LİSESİ
Danışman öğretmen: Ali Can KAYAŞ
Proje Öğrencileri:
Sena YAVUZ İnci KAHRAMAN Ozan EMEN
Bengüsu YALDIZ S.Yağmur GÜVEN Zafer DURMUŞ
Zelal TALHAN Özgül AKBABA
İZMİR
EGE’NİN İNCİSİ
Çocukluğum, gençliğim, anılarım, sevinçlerim, mutluluğum, tecrübelerim, hatıralarım, hatalarım, korkularım, gözyaşlarım, hayal kırıklıklarım, bütün yaşanmışlıklarım. İzmir Benim ruhumu hâlâ canlı kılan, özümün tohumlarını her bir karış toprağında hissetmemi sağlayan şehirdi. Bu koca şehir bana öyle şeyler kazandırdı, o kadar çok şey kattı ve aldı ki benden. İyisiyle kötüsüyle yanıma kalan bütün yaşanmışlıklar benimdi. Her şey gözümün önünden bir film şeridi gibi akıp gidiyordu; öylesine canlı bir görüntüydü ki bu, sanki bütün renkler aynı anda birbirine karışmıştı.
Hava gürlüyordu. İzmir’in havasına hiç belli olmazdı; sabah bahar bahçe güneşken, akşam kara kış yağmurlu oluyordu. Sanki bu, bana İzmir’in “Hoş geldin.” deme şekliydi. Yolum uzundu ama ben yolda kalmıştım; malum, akşam Konak trafiği kilitleniyordu. Yol açılacak gibi durmuyordu, ben de fırsattan istifade biraz burada vakit geçirmeye karar verdim.Ah, akşam denizi bir başka güzel oluyordu! Saatlerce bir demlik çay eşliğinde bu manzaranın keyfini çıkarabilirdim.
Kızlarağası çarşısında bir kahveciye gitmeye karar verdim; burayı ayrı bir seviyordum. Çocukluğumun bir parçası da oraya aitti, şimdi ise zamanla çok şey değişmiştir diye düşünüyordum ama özünü asla kaybetmeyeceğini biliyordum. Tarihçesi ve kökleri geçmişten günümüze kadar bir miras gibi korunmuştu. İzmir’in en büyük ve en gösterişli hanlarından birisiydi. Görkemli mimari yapısı bir özgünlük harikası olarak bilinir ve Osmanlı hanlarından birisi olması buraya ayrıca bir özellik kazandırmıştır. Okuduğum, araştırdığım kaynaklarda yazılanlarda bunları tasdikliyordu. Osman Bey tarafından, 1598 yılında yaptırılan bu yapı oldukça büyük bir alan üzerinde kurulmuş.
Kemeraltını neredeyse boydan boya dolaşmak şu an, en büyük arzularımdan biriydi; o çarşının içine girmek, ara sokaklarında kaybolmak, ruhumu bulmak, insan kalabalığının içine karışmak Şimdi gece gözüyle her şey karışacağı için bunu yarın sabaha ertelemeye karar verdim. Nasılsa yeterince vaktim vardı, öyle değil mi?
Hanın içine girmiştim, buradaki en meşhur kahvecilerden birine oturdum ve bir Türk kahvesi istedim.
Yaklaşık bir saate yakın bisiklet turu yaptıktan sonra midemin guruldadığını hissettim; sanırım deniz havası beni haliyle acıktırmıştı. “İzmir köfte ne güzel giderdi şimdi” diye düşünmeden edemiyordum. Bu saatte yemek yemek hiç huyum değildir lakin sadece bugüne özel kendimi biraz şımartmaya karar verdim. Yemeğimi yedikten sonra artık gece epey geç olmuştu; artık eve dönme vaktiydi. Toplu taşıma araçlarının nimetlerinden faydalanmak bu konuda oldukça güzeldi; metronun ve tramvayın gelmesi oldukça güzel ve gelişim gösteren bir olaydı.
Ertesi gün;
Sabah erkenden zıpkın gibi kalkmış, güzelce bir İzmir serpme kahvaltı yapmıştım. İzmir’e yakışır ne varsa hepsi kusursuz güzelliği ve lezzetiyle birlikte sofrada yerini almıştı. En çokta boyozun o eşsiz tadını hiçbir şekilde tarif edemezdim; o kadar çok özlediğim şey birikmişti ki Sonrasın da aldığım bir sevindirici haberle birlikte Çankaya’ya bir dostumun yanına ziyarete gitmeye karar verdim; hem bu sayede çarşıyı görmüş olacaktım.
Arkadaşımla birlikte Çankaya'nın bir ucundan Konak Sahil'in bir ucuna kadar sohbet ederek yürüdük. Gerçekten o kadar çok özlediğimi fark etmiştim ki bu günleri, keşke o yirmi iki yılı geri getirebilseydim.Burada, tüm dostlarımla birlikte olmak için elimden gelen her şeyi yapardım.
Durmak yoktu. Havra sokağından, Şadırvan Cami’ye kadar tarihi ne kadar yer varsa hepsini bir bir gezdik ve gördüğümüz bir sokak satıcısından İzmir kumru alıp yolumuza devam ettik. Tarihi Kiliseleri ziyaret etme imkânımız ve farklı kültürlere tanıklık etme şansımız oldu. Benim için yirmi iki yıl sonra çok güzel bir deneyim oldu ve hayatım boyunca unutamayacağım bir anı olarak kaldı. Yarınki gezintim için çok heyecanlıydım.Bunları düşünerek yatağıma uzandım ve rahat bir şekilde uyudum.
Uyandığımda İzmir’in o güzel havasını içime çektim. İzmirlilerden duyduğuma göre İzmir’in en önemli yapıtlarından tarihi olan Asansöre gitmek için hazırlandım ve kaldığım otelden ayrıldım. Konağa geldiğimde asansörü bulmak için insanlara sordum ve en sonunda buldum. Asansöre ücretsiz giriliyormuş. Birbiri arasındaki yükseklik farkı nedeni ile yapılan merdivenler ile bağlantısı sağlanan iki caddeyi bağlamak esasına dayalı İzmir Tarihi Asansör inşası 1907 yılında yapılmış bir yapı olduğunu öğrendim.
En yukarıda insanların oturabileceği bir kafe var.Oturamadım çünkü o İzmir’im muhteşem manzarasını izliyordum.
Bugün İzmir’de üçüncü günüm. Dün ki anılarımı bir yere bırakıp yeni bir günün getirdiği heyecanla kahvaltımı Alsancak sahilinde yapmayı düşünüyordum üstümü giyindim ve Basmane’de kaldığım oteller sokağındaki otelimden ayrıldım.Alsancak’a doğru yola çıktım.Yolda gördüğüm bir fırından İzmir’in geldiğimden beri duyduğum o güzel boyozundan ve simidinden aldım. Sahile geldiğimde herkesin gençlerin büyük bir çoğunluğunun oturduğunu görünce bende oturdum çimlere ve fırından aldığım yemekleri yedim.Düşündüğüm tek şey dedikleri kadar güzel olduğu havası ve yemekleri. Bugünkü durağım İzmir’in kültürel yerlerinden biri olan Şirince.
Şirince İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı köydür.Güzel bir yol geçirdikten sonra Şirince’ye geldim.Şirince, Türkiye’de Ege Bölgesi’nde İzmir kent merkezinin güneydoğusunda, Selçuk ilçe merkezine 8 km uzaklıkta bir dağ köyü. Bir dönem Kırkınca, Çirkince gibi isimlerle anılan köy Cumhuriyet Dönemi ile birlikte Şirince ismini almış. Şirince’nin şüphesiz Türkiye’nin en estetik köylerinden biri.
Sanki her sabah herkes setinin başına geçiyor, akşam turistlerin gitmesi ile dağılıyor.İlk gittiğimde gözümü her yerde olan şaraplar dikkatimi çekti.Aldığım bilgilere göre genelde turlar Şirince ziyaretini, ikisi de Selçuk’ta olduğu için, sabahtan Efes, öğleden sonra da Şirince olarak planlıyor. Yarım gün her yerini gezmek ve fotoğraf çılgınlığına kapılmak için gayet yeterli bir zaman olduğunu düşünüyorum Selçuk’tan Şirince’ye saat 07.00 – 10.00 arası her 20 dakikada bir, 10.00 – 18.00 arası 30 dakikada bir, 18.00 – 19.40 arası da her 20 dakikada bir minibüsler kalkıyor. Buraya İzmir’den gelecekler içinse İzmir garajından ise her 40 dakikada bir Selçuk’a otobüs kalkıyor. Şirince’nin en eski adı aslında “Kırkınca” imiş. Rumlar Kirkince,mübadele sonrası Rumların yerine Türkler de Çirkince demeye başlayınca köyün ismi en son Çirkince kalmış. En sonunda çirkinin tam tersi olan köye Şirince denilmeye başlanmış.Şirinceyi turistik Yer yapan buranın şaraplarıymış.Bununla birlikte sommelierler (şarap eksperleri) genelde meyve şaraplarına burun kıvırırlarmış.Ama şişe şişe alanları da gördüğümü söylemek isterim.Burası aslında bir Rum Köyü olduğundan burada zaten bir şarap kültürü varmış.
Köyün Güney cephesindeki Aziz John Baptist Kilisesi ziyarete açılalı çok olmadı. Kilisenin tarihinin ne kadar eskiye uzandığı tam olarak bilinemiyor ama 1805’te yeniden inşa edilerek şu anki görüntüsüne geldiğini biliyoruz. Kilisenin küçük bir de şarap mahzeni var. Burada da şarap tadımı yapabiliyorsunuz. Yorulduğumu hissettim dinlenmek için bir yere oturdum ve herkesin Türk kahvesi içtiğini gördüm ve bende istedim . .Hemen sıcak kum üzerinde, ağır ağır pişmiş şöyle bol köpüklü bir Türk Kahvesi içtim.Tiyatro Medresesi,performans sanatları araştırmaları yapmaya, çalışmaya ve dinlenmeye gelinecek, hem amatör hem de profesyonel tiyatrocular için bir toplanma alanı. Seyirciler ve sanatçıların bir araya gelerek tanışma ve tartışma imkânı bulacağı gerçek bir karşılaşma mekânı olarak düşünülmüş.
Mimarı ise Sevan Nişanyan. Burada atölye çalışmaları, yaz kampları, tiyatro kampları, paneller ve konferanslar düzenleniyor. Burada ne yapabiliriz derseniz, turizm amaçlı gidip gezilecek bir yer değil ama burada sahne alan performansları izlemeye gidebiliyorsunuz. Bir şeyin sergilenip sergilenmeyeceği gün içinde belli oluyor, o yüzden gittiğiniz gün sosyal medya hesaplarından takip edin.
Bir de MonoFest adı ile bir festival yapıyorlar, tek kişilik gösteriler oluyor. Ağustos’ta Şirince’deyseniz mutlaka bakın. Tiyatro Medresesi’nin hemen yanındaki arazide ise ünlü Nesin Matematik Köyü var.
Köyün tüm etkinlikleri yaz aylarında oluyormuş o yüzden pek bir şey göremedim Şirince’de dikkatimi çeken en ilginç şey Brad Pitt’in Oynağı Truva Filminin Takılarını Yapan Dükkân.Şirince’nin çarşısında Demetrius of Ephesus isimli bir dükkân var ve Troy filminde gördüğünüz o Helenistik takıları sahibi Sedat Kantaroğlu yapmış. Film için araştırma yapmaya Türkiye’ye gelen film ekibi, kendisinin Selçuk Müzesi’nde açtığı sergiyi gezip işlerini beğenince ona film için takı tasarlamasını teklif etmişler.
Şirince’nin girişinde tarihi bir kilise vardır. Yüksekçe bir tepe üzerinde bulunan bu kilise 19. yüzyıldan kalma bir Rum kilisesi. Şirince’de üzüm kafe denilen bir yere girdim. Harika bir şirince manzarasında saatlerce oturdum. Saat 6.30 olmuştu Şirince’den ayrıldım. Huzur veren kısa bir yolculuktan sonra Basmane’deki otelime geldim. Güzel bir gün geçirdiğimi düşündüm. Ancak bu projede bize ayrılan sayfaların sonuna gelirken tanıtamadığımız yerler için üzüldüm. Ege’nin İncisi olan bu kentte çünkü daha görülesi pek çok yer var. Yüzyıllara meydan okuyan Efes Antik Kenti, Bergama, Agora, Çeşme, Alaçatı, Seferihisar, Sığacık mutlaka görmeniz gereken yerler arasında. Tatmanız gereken onca lezzeti de unutmayın derim.Bu kentin sıcakkanlı insanları sizi hep sevgiyle karşılayacaktır buna eminim. Bir sonraki ilimizde görüşmek üzere sevgiyle kalın.

















Bahar DUMLU
İngilizce Öğretmeni
Kanuni Sosyal Bilimler Lisesi
Gebze - KOCAELİ
Günlük Komisyonu: Yusuf Topbaş, Seldan Tür, Egemen Canpolat Kaya, Zeynep Dinçer, Berra Malkoç



Kocaeli ülkemizin tarih ve kültür dolu şehirlerinden biridir. Pek çok tarihsel mekanıyla hem araştırmacıların hem de turistlerin dikkatini çekmektedir.
Gelin birlikte bu muhteşem yerlere geziye çıkalım.
İlk durağımız ‘Hünkar Çayırı’. Fatih Sultan Mehmet'in 27 Nisan 1481 Cuma günü İtalya üzerine yapılacak sefer için üç yüz bin kişilik ordusuyla Üsküdar'dan İzmit'e doğru yola çıktığında, ordusuna mola verdiği veya otağını kurdurduğu çayırlık alanın ismidir. Tam da bu çayırda Fatih Sultan Mehmet gözlerini hayata yummuştur. Aynı zamanda burada bir çeşme bulunur. Bu çeşme IV. Mehmet zamanında, Sadrazam İbrahim Paşa tarafından, Fatih Sultan Mehmet anısına 1659 tarihinde yaptırılmıştır. Çeşmenin önüne Fatih Sultan Mehmet’in bir anıtı dikilmiştir. Halk arasında Fatih Sebili diye de adlandırılan çeşme, Fatih Sultan Mehmet’in otağını kurduğu yerdir. Burayı görünce manevi duygularım kabarır hep.
İkinci durağımız ise turizm bakımından Kocaeli için önemli olan ‘Darıca hayvanat Bahçesi’. 1990 yılında Darıca–Bayramoğlu bölgesinde ilk Türk Özel Hayvanat Bahçesinin kurulmasına başlanılmıştır. Başlangıçta 'Kuş Cenneti' ismi altında açılan bu yere tüm dünyada mevcut en önemli kuş türleri alındı. 1995 yılından itibaren parka, kuşlara ilave olarak diğer hayvan ve bitki türleri getirilmiş; bugünkü haline ulaşılmıştır. Yeni adı 'Faruk Yalçın Hayvanat Bahçesi ve Botanik Parkı'dır.
Üçüncü adresimiz ise ‘Eskihisar kalesi’. Eskihisar Kalesi, İzmit Körfezi'nin güneyinde bulunan ve eski çağlarda geçişi kontrol altında tutan Eskihisar Köyü'nün kuzey doğusundadır. Bu kalenin yapım nedeni günümüzde hala sırrını korumakla beraber, kalenin Bizans döneminde, limanı korumak amacıyla yapıldığı sanılmaktadır.
Günümüzde ise kaleyi ziyaret etmek mümkündür. Osmanlıdan bile önce kurulmuş olan bu kalenin fethiyle birlikle Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet kaleye askerlerini yerleştirmiştir. Günümüzdeki Eskihisar yerlilerinin bu askerlerin soyundan geldiği söyleniyor. Muhteşem bir de deniz manzarasına sahip olan kale, hem iç hem dış bölgelerden turistleri kendine çekiyor ve etkinlik yapmak için de biçilmiş kaftan. Ortaçağ savaşlarını seven bir insan olarak bu kalenin hemen yanı başımızda bulunması ve kolayca ziyaret edilebilmesi beni hep cezbeder.
O yolda ilerlerken dördüncü durağımız çıkacaktır karşımıza. Bildiniz mi? Evet! Osman Hamdi Bey’in Evi. Osman Hamdi Bey, bir Osmanlı sanatçısı olmasının yanı sıra diğer birçok vasfıyla adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır.
O, bir ressam, bilinen ilk Türk arkeolog, Osmanlı müzeciliğinin en önemli ismi, ilk Osmanlı güzel sanatlar akademisi müdürü, ve çağdaş Türk müzeciliğinin kurucusudur. Görev aldığı çoğu önemli devlet görevinin yanında onu bugüne taşıyan en önemli özelliği sanatçı kişiliğidir. Özellikle Paris’te dönemin en önemli ressamları olan Gerome ve Boulanger’den aldığı resim eğitiminin ardından ortaya koyduğu en önemli ürünü olan 'Kaplumbağa Terbiyecisi' adlı tablo, Türk resim tarihinin en önemli eserleri arasındadır. İşte Eskihisar'da bulunan bu beyaz ve geniş bahçeli evde ‘Kaplumbağa terciyecisi’ isimli eserini yapmıştır. Osman Hamdi Bey müzeyi, önceden yazlık ev olarak kullanıyordu. Burada onun yapmış olduğu resimleri ve eşyalarını görebilirsiniz. Ve evi kocamandır. Müzeyi haftaiçi ücretsiz ziyaret edebilirsiniz.
Bir sonraki gün Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’ndeki Camii’yi ziyaret etme fırsatı buldum. Etrafı her zaman kalabalık olan ve halkın hala ibadet etmek için kullanmaya devam ettiği bu Camii’nin ve bir parçası olduğu külliyenin tarihçesini inceledikten sonra bu yapıya başka bir gözle bakmaya başladım. Osmanlı'nın eski mimarisinden izler taşıyan ve Gebze’nin merkezinde, en kalabalık yerinde büyük bir alana yayılmış olan Külliye, 1523 yılında Çoban Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Kervan yolu üzerinde kaldığından Kervansaray, Hamam, Han, Kütüphane ve daha birçok yapıyı sınırları içine alan külliye, tüccarların ve misafirlerin sık uğradığı ve imkanlarından yararlandığı bir yermiş. Eserin adı Mimar Sinan’ın eserlerinin yer aldığı listede bulunuyor olsa da; mimarı konusunda net bir bilgiye sahip değiliz,
Eserin yapılış tarihiyle Mimar Sinan’ın seferde, uzakta olduğu dönem çakışıyor; çizimin Mimar Sinan’a , inşaatın da kalfası Mimar Hüsam’a ait olabileceği düşünülüyor. Gezerken dikkat ettiğim başka bir şey de, Külliye’nin içindeki yapıların Gebze’nin çarşısına dağılması, daha doğrusu kentleşme sırasında Külliye yapılarının sınırlarına dikkat edilmediği için birbirlerine karışmaları. Gebze halkıyla yaptığım küçük sohbetlerden çıkarımım ise, çoğunun yaşadıkları ve her gün önünden geçtikleri yerde 500 yaşına gelmek üzere olan tarihi bir eser olduğunu bilmedikleri. Çoğu kişi Camii’nin çevresinin Külliye sınırları içerisinde olduğunu bile bilmiyor olabilir. Camii’nin kalın duvarlarla çevrili bahçesinde yazın en sıcak döneminde bile bir vahada gibi hissettirecek uzun, güzel ağaçlar ve serinleten bir rüzgar vardır.
Çoban Mustafa Paşa’nın Mısır’dan getirttiği taşınabilir sütunları, muntazam kesme taşları ve Kubbesiyle mimarisinde insana sıcak bir his veren bir şeyler var. Gebze’ye uğrarsanız, önünden otobüsle hızla geçmek zorunda kalanları bile bir kez dönüp baktıracak zarafete sahip bu tarihi güzelliği, etrafının şehir trafiği ve kalabalığına aldırmadan bir ziyaret etmelisiniz.
Bir diğer adresimiz ise size biraz ilginç gelebilir. Hiç ‘Su Dolabı’ diye bir şey ya da bir yer duydunuz mu? Tanıdık geliyor diyorsanız yanılmıyorsunuz. Gebze’de bulunan ‘Su Dolabı’ güzergahımız üzerinde olduğundan şimdi ziyaret sırası onda. Çoban Mustafa Paşa Cami'nin ve Gebze kentinin su ihtiyacını temin etmek amacıyla yaptırılan ‘Su Dolabı’ 12 kuyudan oluşuyor ve beygirlerle çalışıyordu.
16. Yüzyıl'da Hüsam Kalfa´ya inşa ettirilmişti. Duvarları yüksekçedir. Günümüzde restore edilmiştir. İçeri girme şansınız olmasa da, önünde harika hatıra fotoğrafları çektirebilirsiniz!
Bugün, uzun zamandır ziyaret etmek istediğim bir yerdeydim. Kocaeli’nin merkez ilçesi olan İzmit’te bulunan, Saat Kulesi'nin yakınında konumlanmış av köşkü, ya da yavru saray olarak bilinen Kasr’ı Hümayun gerçekten de etkileyiciydi. Bu güzel yapı, günümüze 19. yüzyıldan gelmiş olup, İstanbul dışında bulunan tek saray ünvanına da sahipmiş. Bunu duyduğumda yaşadığım şehirle gurur duydum. Aynı zamanda tarihte bir zamanlar bu sarayı ziyaret eden kişiler de yapının büyüsünü artırıyor. Atatürk ve Fransız Yazar Claude Farrere dahil birçok büyük devlet adamı ve önemli şahsiyeti ağırlamış bir yapıdır.
Bugünkü yolculuğumda rahatlayabileceğim ve nefes alabileceğim bir yere gitmek istedim. Gezmek için Kocaeli Gebze’nin çarşısında dolaşırken, insanların Ballıkaya Tabiat Parkı adında bir yerden bahsettiklerini duydum. Duyunca çevrede soruşturdum ve oranın şehir merkezine çok yakın bir tabiat parkı olduğunu öğrendim. Park çok rahatlatıcıydı. Büyük ve çevresi çokça ağaç ve çiçeklerle doluydu.
Yeni durağımız ise ‘Hannibal tepesi ve anıt mezarı’. Hannibal Barca MÖ 247 ile MÖ 183 yılları arasında yaşamış Sami ırkından gelen Kartacalı politikacı ve generaldir. Hannibal tüm zamanların en büyük askeri dehalarından biridir. Mezarı bilinmemekle beraber, ölüm yeri olan Gebze'de bulunan Tübitak yerleşkesinde kendi anısına yapılan bir anıt bulunmaktadır. Hannibal Anıtı 1981'de Atatürk'ün vasiyeti üstüne yapılmıştır. Bir sonraki adresimiz ‘Hereke Halı Dokuma Fabrikası’. 1843 yılında kuruldu.
Bu fabrikanın bahçesinden adımınızı atınca karşınıza bir köşk çıkar. Neresi mi? İşte orası son durağımız. “Kaiser Wilhelm Köşkü”. Hiç Kaiser Wilhelm köşkünün yapılış hikayesini duymuş muydunuz? Bence ilginç bir hikayesi var. 1884 yılında Alman İmparatoru Kaiser Wilhelm’in Osmanlı İmparatorluğunu ziyaret edişi nedeniyle Yıldız Sarayında yaptırılarak bu alana bir günde monte edilmiştir. Bu köşkü diğerlerinden ayıran bir özelliği ise çiviler kullanılmadan inşa edilmiş olmasıdır. Bağdat demiryolunu incelemek için İzmit'e gelmesi planlanan Kaiser'in kalabileceği uygun hiç bir yer yoktur. Osmanlı Hükümeti çareyi İstanbul’da bir köşk inşa edilmesi için yüksek meblağda para vermekte bulur. Tamamlanan köşk parçaları gemilerle beraber Kocaeli’ye getirilir ve koskoca köşk tek bir çivi bile çakılmadan birleştirilir. İşte size kısa bir Kocaeli turu. Bekleriz...
DERYA DEPE
KÜTAHYA (KURULUŞUN VE KURTULUŞUN ŞEHRİ)
ALİ GÜRAL LİSESİ
Günlüğü Yazan Öğrenciler:
Emre Kağan TORAMAN
Kadir CEYLAN

Soğuk bir sonbahar sabahıydı. Kendimi Kütahya'nın kalbinde, meydandaki ihtişamlı vazoda buldum. O kadar güzel bir el işçiliği vardı ki gözümü ondan alamıyordum. Kütahya’nın en ünlü camilerinden biri olan Ulu Camiye yol aldım. Ulu Camide sabah namazını kıldıktan sonra caminin içini seyre daldım. Duvardaki hatlar, süslemeler beni benden almıştı. Dış mimarisinin ihtişamından bahsetmeye gerek yok zaten, ayrı bir güzel. Ulu Camiden çıktıktan sonra karnım, kokusu burnuma kadar gelen paça çorbası için gurulduyordU.
Yakınlardaki bir çorbacıya gidip,4 kişilik bir masaya tek başıma oturdum. Arkada "Kar mı Yağdı Kütahya'nın Dağına" türküsü çalıyordu. Türkünün sözleri, çalgıların sesleri beni benden alıyordu. Çorbamı içtikten sonra tok karnımla beraber "Sevgi Yolunu" gezmeye başladım.
Sevgi yolunu biraz gezdikten ve ihtiyaçlarımı aldıktan sonra ismini çokça duyduğum meşhur Germiyan Sokağına doğru ilerledim. Sokaktan geçerken eski ve güzel binalardan gözlerimi alamayıp kaldırımdaki taş işçiliğine de hayret etmiştim. Germiyan Sokağı çıkışında bir dizi eski kunduracı vardı. Artık bu devirde kunduracılığa gerek olmadığı için maalesef bu meslek yok olmaya göz tutmuştu.
Aralarından bir tanesine girip kunduracıyla sohbete daldık. Biraz dertleştikten sonra kunduracı bana Kütahya'nın çeşmelerinden, Kütahya’dan çıkan önemli sanatçılardan bahsetti. Hisarlı Ahmet, Gülten Dayıoğlu, Ahmet Yakupoğlu bunlardan bazılarıydı. Kütahya'daki önemli yapılardan da söz etti. Çinili Cami, İshak Fakih Cami, Lala Hüseyin Paşa Cami gibi birçok camiden, Kütahya Kalesi, Frig Vadisi, AİZANOİ Antik Kenti ve sayamadığım birçok eserden bahsetti. Kunduracıdan çıktığımda zamanın ne kadar çabuk geçtiğini anlamamış olmalıyım ki hava kararmıştı.Hava karardığında aynı zamanda karnım da acıkmıştı.Ne yapsam ne etsem diye düşünürken yakınlardaki bir restorana girdim.
. İçeri girdikten sonra garsondan menüyü rica ettim. Oturduğum yer Yellice Dağı’na bakıyordu. Güneşin batışını izlerken hala ne yiyeceğime karar verememiştim. Menüdeki birkaç yemek isimi dikkatimi çekti. Garsona sorduğumda ise Kütahya'nın yöresel yemeklerinden bazıları olduğunu söyledi. Denemek için can atıyordum. Öncelikle sıkıcık çorbası içtim. Burnuma kadar gelen yoğun tarhana kokusu çok hoşuma gitmişti. Çorbayı içtikten sonra cimcik yemeği geldi.Uzaktan ne kadar makarnaya benzese de tadı benzersiz bir şeydi. Karnım doymuştu ve havada kararmıştı. Saat bir hayli ilerlemişti, ama çok geç olmadan HıdırlıkMescidi’ne çıkmak istiyordum.
Yolumun üstündeki Maltepe Mahallesi'nde çocuklar saat geç olmasına rağmen dışarıda oynuyor, neredeyse bütün komşular dışarıda yüzlerinde gülücüklerle sohbet ediyorlardı.. HıdırlıkMescidi’ne vardığımda gördüğüm manzara gün içindeki bütün yorgunluğumu unutturmuştu. Bir çay ocağına girdim, çaycı her Kütahyalının olduğu gibi sıcakkanlı ve sevecendi. Bu güzel manzaraya karşı içimi ısıtan bir bardak çay çok iyi gelmişti. Çayımı yudumlayıp bu güzel şehirle vedalaşırken bir sonraki rotamı düşünmeye başlamıştım bile



Günlüğümüzü yazmaya başlamadan önce deneyimlerinden ve engin fikirlerinden yaralanmak için Sayın Valimizi ve İl Milli Eğitim Müdürümüzü ziyaret ettik.



Öğrencilerimizin hazırladığı kitap ayraçları, ilimize özgü küçük ikramlıklarımız ve hediyeliklerimiz Kütahya'dan Malatya' ya göderildi.



Günlüklerimizi yazmak için ilimizin tarihi ve kültürel yerlerini gezdik.
TARİHE ŞAHİTLİK EDEN GÜZEL İLÇEMİZ HEKİMHAN
MALATYA HEKİMHAN HASANÇELEBİ ORTAOKULU
DANIŞMAN ÖĞRETMEN: SEVAL DAMLA SARAÇOĞLU
KATILIMCI ÖĞRENCİLER:
EZGİ VURUCU, MEHMET DURNA, ARAS TUNA ÇELEBİ, ONUR ŞAŞIRMAZ,
EYLÜL VURUCU, ILGIN ŞAHİN, EYLÜL ÇAĞLAYAN, İKRA DURU ÇABUK
MALATYA





Bu sabah köyüm olan Basak’ ta bisikletimle geziyordum. Köyde Sarıkaya denen bir dağ var. Orada birkaç fotoğraf çektim. Manzara müthişti. Yola devam ettim ve bakkalın önüne geldim, biraz abur cubur aldım. Basak’ ta bir meydan var, oraya gittim. Orada bir adam meyve satıyordu. Adamın meyve sattığı yerin hemen arkasında Basak Köyü’ nün derneği var. Bu dernekte bağlama kursu var ve buraya yediden yetmişe herkes gelip bağlama çalmayı öğrenebilir.
Yola devam ettim ve Karabaşlı denen bir çeşmeye geldim. O çeşmeden su içtim ve sanki hayatımda böyle güzel bir su içmediğimi hissettim. O çeşmede fotoğraf çektirdim. Hava biraz kararmıştı. Hemen evime gittim ve yorgun bir halde yatağıma yattım.
Sabah kalktım ve köyü gezmenin tadını çıkarmaya devam ettim. Birkaç metre ilerledikten sonra, gözüme köyümüzün geleneksel çorapları çarptı. Hemen fotoğraflarını çektim.
Köyün ikinci meydanı denen yerde Cem ve Kültür evinin kaba inşaatı yapılıyordu. Hemen oraya gittim ve biraz çalıştım. Orada da birkaç fotoğraf çektim.
Sonra, pek sık gidemediğim, babamın atölyesine gittim. Babamın bir sürü malzemesi var. O bir marangoz. Ben çok gidemesem de, gittiğim zamanlarda çok eğleniyorum.
Yola devam ettim ve köyümün biraz uzağında kalan Yolaşan dilek ağacının önüne geldim. Çok büyük bir ağaç. Köyümün halkı buraya gelip, pikniklerini yapıp gidiyorlar.
Yolaşan ağacının biraz uzağında kalan Yazı adlı yaylanın gölet kısmına geldim. Baya büyük bir gölet olan bu su birikintisi, köyümün yaptırmış olduğu, içinde balıklar, ördekler ve helikopter böceklerinin olduğu güzel bir yerdir. Yaylanın biraz alt taraflarında kalan köylülerimin ineklerinin ilkbahar ve yaz mevsimlerinde kaldıkları bir alan vardır. Bu alanın üstünde kocaman bir dağ var. O dağın zirvesinde bir adamın mezarı var. Buraya köylülerim, Kılıç Ziyareti diyorlar.
Yayladan biraz uzaklaştıktan sonra köyümün bana göre en güzel atı olan atın yanına gittim. O atın fotoğrafını çektim.
Yola devam ettim ve 50 yıllık bir köprünün önüne geldim. Baya güzel bir köprüydü. Benim kirvemin anneannesinin evinin köy ile arasında kalan bir köprü.
Onur Şaşırmaz
Bugün de köye adını veren beyaz mağaraların oraya gittik. Oradaki bütün kayalar kireç taşı oluşumlarıydı. Bu kayalarda üç tane mağara vardı. Bu mağaralardan bir tanesi 3 metre, diğerleri ise 2 metre idi. Ama bu mağaralarda çok ilginç bir şey vardı. Mağaralarda bazı taşlar raf gibi oyulmuştu. Sanki bardak koymak için yapılmıştı. Orada birçok çeşme vardı, tabii onlar eskiden yapılmamıştı. Ama su çok serindi ve çok susamıştık, kana kana içtik.
Yanımızda yiyecek de getirmiştik. Orada piknik yaptık, çay içtik. Biraz dinlendikten sonra gezinmeye çıktık. Hemen beyaz mağaraların yanından geçen bir yol vardı. Oradan biraz ilerledik. Başka büyük bir kaya vardı ama burada sessiz olmamız lazımdı çünkü taş düşmesi riski vardı. Biraz daha ilerleyip geri döndük. Sonra beyaz mağaraların yanındaki diğer kayalara tırmandık. Kayalar çok kaygandı, düşecek gibi oldum ama düşmedim. Biraz daha oynayıp eve dönmek için yola çıktık. Yolda su borularını taşımak için bir köprü vardı, oraya da gittik, su içtik. Sonra orada biraz oturduk ve dinlendik. Tekrar yola çıktık.
Birkaç elma ağacına rastladık ve biraz elma aldık. Sonra yayılmaktan gelen hayvanları izledik ve eve geldik. Sonrasında yattım.
Aras Tuna Çelebi
7/A
MALATYA’ DA BİR GÜNÜM
Bugün anlatacağım yer mahallemizden biraz daha uzakta ama yine bir piknik alanından bahsedeceğim. Bu alanın adı Ilıca Park. Burada kamelyalar var ve bu alanda yerli insanlar düğünlerini yapabiliyor. Buranın bir restorantı var. İsteyen bu restorantta yemek yiyebiliyor, isteyen de kendi yiyeceğini pişirebiliyor. Çocuk parkı da var. Burada salıncak, kaydırak gibi oyun aletleri ve spor aletleri de var. Bir de havuzu var. Bu havuzda yüzülebiliyor. Buranın deresi de var, derenin içinde kayıklar var. Bu alan epey geniş. Herkes istediğini yapabiliyor. Ve küçük bir bakkalı da var. Alan yeşil, yerler çimen ve devasa kavak ağaçlar. Hatta eskiden burada hayvanlar bile vardı; tavşan, köpek, ördek gibi hayvanlar. Yeşil alan isteyenler için güzel bir yer.
Eylül Vurucu












MUĞLA
Menteşe Zübeyde Hanım Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Öğretmen: KADER AVCI
Öğrenciler: Elanur Oğuz---Ece Caybak

Mükemmel bir Eylül sabahına gözlerimi açtım. Ağaçların rüzgarla çıkardığı ses hala ninni gibi geliyordu bana. Evin terasında hamağın üstünde uyumuş kalmışım. Akşam hava almak için çıkmıştım dışarıya. Hemen hemen tüm Muğla’yı gören bahçeli güzel bir evde yaşıyorum. Muğla manzarası gece ışıklarıyla beraber çok güzel ve huzur verici oluyor. Müzik dinleyip manzarayı izlemek beni sakinleştiriyor.
Oturduğum semte Eski Muğla veya Saburhane diyorlar. Hemen arkamızda Asar dağı bütün heybetiyle duruyor Muğla'nın simgesi olarak.
Hamaktan kalkıp masanın üstünde kurutulmak için konulan Muğla tarhanasından biraz kopardım kuru tarhanayı yemeye bayılırım. Annem kızar bana o öyle yenmez diye. Ama kendimi tutamıyorum. Öyle görünce onları hemen bir parça kopartıp ağzıma atasım geliyor. Tarhanayı ağzımda geveleye geveleye eve girdim.
Annem ve babaannem biber diziyorlardı. Kış hazırlıkları meşhurdur Muğla’da. Kuru biberin kızartması da dolması da çok güzel olur.
Babaannem:
-
“Yörü kız sen de işin ucundan azıcık tutuve.”dedi.
Saburhane’de oturmamızın en büyük nedenlerindendir. Babaannem doğduğundan beri hep buralarda büyümüş, dedemle evlendiğinde bile gitmemiştir. Babaannemle evlerimiz altlı üstlüdür. Asla bu evlerden vazgeçmemiş. Manzarası ve yeşil alanı daha çok olduğu için babaannem burayı daha çok seviyor.
Her zaman başında iğne oyalı baş örtüsü, elinde kınası, altında şalvarı eksik olmaz. Kına cennet kokusudur der. Babaannem sürekli iş yapar, iğne oyası yapmayı pek sever. Babaannem yine boş durmamış kışa hazırlık için ipe patlıcan ve biber diziyordu. Onları kurutup kışın yiyoruz. Babaannem ve annem dizdi, ben de bağlayıp balkondaki çivilere astım.

Ablam içeride kahvaltı hazırlıyordu. Birlikte kahvaltı yapmanın keyfi de bambaşka. Ablam Muğla simidi almış, sıcak, çıtır çıtır. Çökelek peyniri, halis Muğla zeytinyağı, kırma zeytin, çam balı ve sıcacık çayla harika bir kahvaltı bizi bekliyordu.
Ablama teşekkür ettim kahvaltı için. Kedim Efe’ye yemek vermek için terasa çıktım. Etrafıma bakındım Efe çatının üstünde yatıyordu. Seslendim pek umursamadı beni. O sırada etrafıma bakınırken inşaat ustalarının Muğla bacası yapmaya çalıştıklarını gördüm. İtinayla uğraşıp şekil veriyorlardı bacaya Muğla bacası yapmak zordur. Ustalar da epey uğraştılar. Tam onları izlerken Efe geldi yanıma başını okşadım, yemeğini verdim.


Kedimin ismini ben koymuştum. Küçüklüğümden beri Muğla Zeybeği oynayanlara ilgim vardı. Onları izler, taklit etmeye çalışırdım. Zeybek oynayan erkeklere Efe derler. Efeler heybetli, iri, gösterişli olur. Kartal gibi kolları açık, göğüsleri gergin, kafaları dik durur. Kedim Efe de iri ,kuyruğu kabarıktır. Bende bu ismin yakışacağını düşündüğüm için ismini Efe koydum. Efe ile kahvaltı ettikten sonra, onunla biraz oynadım.
Tam o sırada arkadaşım aradı. Buluşup beraber kahve içelim diye kararlaştırdık. Telefonu kapattıktan hemen sonra hazırlanmaya başladım. Eski Zahire Pazarında güzel bir yer var, sakin, kahve içmek ve sohbet etmek için harika bir yer. Hazırlanıp evdekilere haber verip çıktım.
Zahire Pazarına giderken yol üstünde Helvacı Tahsin’den babaannemin siparişi olan helvayı aldım. Helvacı Tahsin’i herkes bilir Muğla’da. Taze ve lezzetlidir ürünleri.
Arkadaşımla buluşup birer kahve içtik ve sohbet ettik. Uzun zamandır görüşmediğimizden özlemişiz birbirimizi. Daha sonra acıktığımızı farkettik. Arkadaşım köfte yiyelim istedi. Arasta’nın hemen alt tarafında Muğla köftecileri var. Gidip köftelerimizi yedik afiyetle. Artık epey vakit geçmişti. Akşam çökmüştü Muğla’nın üstüne. Güzel bir günün ardından keyifle eve doğru yürüdüm. Yaşadığım şehri ne kadar sevdiğimi düşündüm. Ne çok büyük ne çok küçük. İstediğin yere kolaylıkla ulaşabiliyorsun.Bu şehirde daha neler yaşayacağımı düşünerek eve ulaştım.
Projede Görevli Öğretmenimiz
Dilek SİVAZ
Projede Günlüğümüzü Hazırlayan Öğrencilerimiz
Azra ds
Beyza İrem ds
Sudenaz ds
Sena ds
Elif ds
Ecenur ds
İrem ds
Edanur ds
Gül Kiraz ds
Bilge ds
GÜZEL ATLAR ÜLKESİ KAPADOKYA
NEVŞEHİR
NEVŞEHİR ANADOLU LİSESİ


Merhaba sevgili günlük!
Bugün uzun bir yolculuktan sonra Nevşehir’e ulaştım.Yolculuk boyunca cama kafamı yaslamış, tüm bu güzelliklere bakarak iç geçirmiştim. Bu yer gerçekten sana kendini sorgulatıyor, seni düşündürüyordu.
Yolculuk bittiğinde ise elimde valizim, yüzümde yorgun bir tebessümle önceden rezervasyon yaptığım Nevşehir’in ünlü kaya otellerinden birine gelmiştim. Bu, içimde antik bir hissiyat uyandırmıştı.
Tüm gece tavana baktım, inceledim, düşündüm...gerçekten de sihirli bir yerdi burası.
Bu anlamlı geziden sonra, ilk durağım belli olmuştu. Kızılçukur Vadisi'nde güzel bir gün geçirdim. Tur arkadaşlarımla birlikte gittik. Öncesinde Salkım Tepesi'ne, daha sonra Kızılçukur Vadisi'ne geldik ve şunu söyleyebilirim ki: Burası mükemmel bir yerdi. Salıncaklar ve fotoğraf çekinebilmek için kurulan harika düzenekler vardı ve ben de bu şansı değerlendirerek hepsinde olabildiğince fotoğraf çekinmeye çalıştım.
Hepimiz toplu fotoğraflar çekindik. Arabadan indiğimizde bir turist kafilesi ile karşılaştık ve onlarla konuşmaya çalıştık. Bize çok garip bakıyorlardı, galiba dilimizi bilmedikleri içindi çünkü biz kendi halimizde konuşup, gülüşüyorduk. Biz fotoğraf çekerken, turistlere özel Nevşehir'e ait üzüm şarabı patlattılar. Az kalsın arkadaşımın üstüne patlatıyorlardı. Turdaki bir diğer arkadaşım, olanlara çok garip bakıyordu, onu suçlamamak gerek. Bu ilginç gelenekle ben de ilk defa karşılaşıyordum.
En sonunda arkadaşlarımla, mükemmel manzaranın tadını çıkararak güzel bir yemek yemiştik. İşte o an dedim ki: ‘’İyi ki gelmişim buraya, huh?’’
Kızılçukur Vadisi'ne neden böyle dediklerini gidince öğrendim, çünkü her yer kızılımsı bir renkteydi. Öğrendiğim bir bilgiye göre ikindi vakitlerinde rengi daha belirgin oluyormuş. Bir sonraki durağım ilginç, kültürel açıdan zengin bir köydü: Mustafapaşa Köyü. Dünyadaki tek bebek müzesini yapısında taşıyan, tarihi bir köy.
Burada eski bir medresenin yanında birbirinden güzel tarih ve geçmişe sahip birçok kilise de bulunuyor.Mustafapaşa’daki kültür ve din farkları ayrımcılık oluşturmak yerine kültür birleşimi mükemmel eserler oluşturmuş. Orada birçok kilise, şapel, manastır bulunuyor ve hepsi de çok ilgi çekici. Kiliselerin içine girince çok şaşırdım çünkü taşlar sanki el ile değil. makine ile yapılmış gibiydi.,
Kilsesinin içindeki boyama teknikleri ise yapıldığı döneme göre farklılıklar gösteriyor. Vadide yaşamın başladığı İlk Hristiyanlık dönemindeki geometrik desenli boyamalar, daha geç tarihlerde yerini dinsel içerikli boyamalara bırakıyor. Gerçekten çok eski olmasına rağmen hâlâ çok güzel ve yeni duruyor.
Ertesi gün ise hep beraber Kaymaklı yeraltı şehrini gezdik. Kale denilen küçük tepenin altında bulunan yeraltı şehri, Kapadokya’da bulunan yaklaşık 36 yeraltı şehrinin en
büyüğüklerinden biriymiş. Burayı gezmek benim için yorucuydu. Kapadokya’daki en büyük yeraltı şehrinden biri olmasına rağmen bazı yerler aşırı dardı ve oralardan tek sıra halinde geçmek zorundaydık. Işıklandırma olmasına rağmen bazı yerler cidden ürkütücüydü, özellikle havalandırma boşluğu ve odanın içinde bulunan küçük odacıklar.Kaymaklı’dan epey etkilenmiş, burayı hiçbir şeyin geçemeyeceğini düşünmüştüm. Elbette, yanlış düşünmüşüm. Kapadokya sürprizlerle dolu bir pandora
kutusuydu adeta. Arkadaşlarımla biraz düşündükten sonra Zelve Açık Hava Müzesine gitmeye karar vermiştik.Peri bacaları, taştan oyma evler, ince ince patikalar, güvercinliklerden oluşan çok büyük bir yer. Adeta büyülendim.
Bir sonraki durağımız mükemmel bir turistik yer olan Avanos’tu! Kızılrmak manzaralı bir restorana oturduk. Yemek yedikten sonra gondola binmiştik! O kadar heyecan vericiydi ki.
İşte! Nevşehir gezim maalesef ki bu kadardı, sevgili günlük. Son cümlelerimi yazarken içimde buruk bir his oluşuyor, kalemi bırakıp aklıma kazınmış olan bu anıları düşünüyorum.
Bu gezi, bana çok şey kattı. Her açıdan geliştiğimi düşünüyorum: genel kültür , düşünme, yeni yerler keşfetme Tüm gezi bana bir ilaç gibi gelmişti.








Öznur UĞUR ÖZER
NEVŞEHİR
NEVŞEHİR
Bugün çok huzurluyum, güneşin altın sarısı ışıkları odamı aydınlatıyordu. Yapraklara düşen minicik tomurcuklar ve puslu toprağın kokusunu içime çektim. Güneşin cümbüşlerinde süzülen balonlar günüme renk katıyor beni sıcacık yatağımdan ayırıyordu. Bu güzel günüme mis gibi bir kahvaltıyla başlamak için Meteris Meydanına atıldım. Sokaklar henüz bomboştu, kimsecikler yok börtü böcek yeni canlanıyordu. Kokuları içime işleyen kahvaltılıklar karnımın açlığını hissettirdi. Her zaman gittiğim Osmanlı Çorbacısında kahvaltı yaptım. Oradan ayrıldım ve durağa doğru ilerledim
Bu günkü planlarım arasında Avanos’a gitmek vardı. Otobüse atladım. Otobüsle giderken etraftaki peribacalarını izlemek huzur veriyordu. Tur balonları karaya inmişti. Sıra eğitim balonlarındaydı. Onları seyretmek sabahımı renklendiriyordu. Avanos’a ulaştım. Şırıl şırıl akan ırmak üzerinde taht yapmış sallanan köprü üzerinde ilerliyordum. Suyun sesiyle birlikte ördeklere simit atmak beni hoşnut ediyordu.


Zelve’ye uğramadan buradan ayrılmak olmazdı. Ağaçlarda sallanan nazar boncuklarına bir tane daha ekledim. Dileklerimi astım. Daha sonra Uçhisar kalelerine yavaş adımlarla tadını çıkararak ilerledim. Öğle vakti iyice yaklaşmış güneş tepede beliriyordu.
Mis gibi yemek kokuyordu restoranlar. Hemen bir restorana ilerledim. Menü elime gelir gelmez içim açıldı. Testi kebabı, Nevşehir Tava, Güveçte Fasulye, tatlılar, ayranlar. Hemen önüme yemekler dizildi. Mis gbi yemeklerle karnımı doyurdum.

- Full access to our public library
- Save favorite books
- Interact with authors




Bu kitap güzel Türkiye'mizin 81 ilinde yaşayan tüm eTwinner'lara ithaf edilmiştir.

Bir haziran sabahıydı telaşlı bir şekilde valizlerimizi hazırlayarak,Adıyaman’a doğru yola çıktık. Yol üzerinde, acıkan karnımızı doyurmak için, Ali Dayı Restaurant’ta mola verdik.Alabalıklarımızı yedikten sonra çaylarımızı içerken yan masada oturan turist grubun konuşmasına şahit oldum. Farsça konuşuyorlardı, anladım ki İran'dan gelmişler. Bir an şaşırdım İran'dan Adıyaman'ın şanını duymaları çok güzel birşey Allah'dan üniversitede yabancı dil dersi olarak Farsça dersi almıştım da ne söylediklerini anlayabiliyordum konuştuklarından.Adıyaman'ın yöresel yemeklerini tek tek saydılar kendi yemekleriymiş gibi daha sonra en beğendikleri yemekleri söylediler. Tarihi yerlerini de es geçmediler, tabi onların söyledikleri karşısında şaşkına döndüm. Ben daha önce Adıyaman'ın bu kadar kültürel zenginliğinin olduğunu duymamıştım.Turistlerin cezb edici konuşmalarının ardından Adıyamanı gezmeye karar verdik.
Gezmeye başladığımız ilk durak Keleş Konağı idi.Keleş Konağı'nın iç dekorasyonu ve o muhteşem çayının lezzeti yol boyunca aklımızdan çıkmadı.Yolumuz bizi Adıyaman Üniversitesine götürdü, Eğri Çay Köprüsün'den geçtik. Merkeze doğru ilerledik. Buldukbaba Camisi'nde namazımızı kıldık. Buldukbaba Camisi sade ve huzurlu bir Camiydi. Turistlerin bahsettiği yerlerden biri olan Mimar Sinan Kültür Parkı yol güzargahımızdaydı. Rotamızı parka doğru çevirdik. Park da çocuklar için çok güzel oyun alanları vardı. Ayrıca büyükler için oturma alanları da oldukça fazlaydı. Biraz ağaçların altında serinledik, ardından çarşı içinde bir tur atalım dedik. Çarşı beklediğimizden daha kalabalıktı. Oradan ayrılıp Adıyaman Kalesine çıktık. Adıyaman yazısı önünde fotoğraf çektirmeyi de unutmadık tabi. Oradan Adıyaman'ın Eski Tuz Hanı'na gittik Tuz hanı gerçekten eskiydi. Orayı gezdikten sonra Mor Pavlus Mor Petrus Kilisesine geçelim diye karar verdik.
- < BEGINNING
- END >
-
DOWNLOAD
-
LIKE(17)
-
COMMENT(5)
-
SHARE
-
SAVE
-
BUY THIS BOOK
(from $72.59+) -
BUY THIS BOOK
(from $72.59+) - DOWNLOAD
- LIKE (17)
- COMMENT (5)
- SHARE
- SAVE
- Report
-
BUY
-
LIKE(17)
-
COMMENT(5)
-
SHARE
- Excessive Violence
- Harassment
- Offensive Pictures
- Spelling & Grammar Errors
- Unfinished
- Other Problem
COMMENTS
Click 'X' to report any negative comments. Thanks!