
Merhaba benim adım Aden. 8 yaşındayım ve Bilim Yaşam Okulları isimli bir okula gidiyorum. Okuldaki birçok dersi seviyorum ama en çok sevdiğim ders modern dans diyebilirim. Bu dersteyken hem çok keyif alıyorum hem de kendimi çok özgür hissediyorum. Diğer derslerde ödev olmasına rağmen bu ders için dans öğretmenimiz bir ödev vermiyor.

Yine de eve her geldiğimde içimden dans etmek geçiyor ve bu yüzden Youtube üzerinden birçok dans figürünü izlemekten kendimi alamıyorum. En çok hoşuma giden grup ise ‘Babymonster’ isimli Güney Koreli bir grup. Ayrıca son dönemlerde arkadaşlarımdan da çokça duyduğum ‘SquidGame’ isimli bir oyun var. Bu oyundaki kişiler de Güney Koreliymiş. Bu yüzden olsa gerek annem ve babama defalarca Güney Kore’ye gidelim diye yalvarmıştım.


Bir gün babam eve geldiğinde sevinçten beni havalara uçuran o haberi verdi. – “Kızım bazı sorunlardan dolayı Güney Kore’ye gidemiyoruz ama seni ilk tatilinde Japonya’ya götüreceğim.” Benim için Güney Kore ile Japonya arasında çok fark yoktu. Zaten haritadan bakınca iki ülke de birbirine çok yakın, insanlar da birbirlerine çok benziyor. Bu yüzden tüm heyecanımla Japonya gezisi için hazırlanmaya başladım.
Seyahat için valizlerimizi hazırladıktan sonra annem ve babam ile birlikte havalimanına gittik. Daha önce birkaç kez uçağa binmiştim, ama babam yaklaşık 12 saatlik bir uçuş olacağını söylediğinde çok heyecanlandım. Uçak kocaman bir kuş gibiydi ve bizi gökyüzünde saatlerce uçurdu. Uçuşun ilk başları çok eğlenceliydi. Pencereden dışarıyı izliyordum. Bulutların arasından sanki bir kuş gibi uçarak geçmek çok güzeldi.





Hostes abla benim gibi çocukların kullanması için bir çanta hediye etti, içinde boyama kalemi ve defteri vardı. Bir süre bunlarla boyama yaptım, sonra da uçaktaki ekrandan çizgi film izledim. Sonrasında uykum geldi, biraz uyudum, biraz uyanıp tekrar biraz oyun oynadım sonra tekrar biraz uyudum. Tekrar tekrar uyuyup uyanmama rağmen bir türlü zaman geçmiyordu. Uçuş o kadar uzundu ki hostes ablalar 3 kez yemek ikram ettiler. Ama uçuşun sonlarına doğru iyice sıkılmıştım. Bunu gören Annem bana Japonya hakkında hikayeler anlattı, babam da Japonca birkaç kelime öğretti. "Arigato" teşekkür ederim demekmiş, "konnichiwa" da merhaba.


Tokyo'ya indiğimizde, bambaşka bir dünyaya gelmiş gibi hissettim. Havaalanı o kadar büyüktü ki, sanki bir alışveriş merkezi gibiydi. Her yerde Japonca yazılar vardı, hiç anlamadım. Ama insanlar çok nazikti, bize yol gösterdiler. Aynı anda o kadar çok kişi Japonya’ya gelmişti ki pasaport kontrolü için 1 saat sıra beklemek zorunda kaldık. Bavullarımızı alıp hızlı trene bindik.
Binmeden önce temizlik görevlileri 2 dakikada hızlıca treni temizlediler, hemen ardından trenin tüm koltuklar trenin gittiği yere doğru otomatik bir şekilde ters döndü. Valizlerimizin konulacağı ayrı bölmeler vardı. Babam bu bölmelere valizlerimizi yerleştirdi ve tren önce yavaşça sonra çok hızlı hareket etmeye başladı. Tren o kadar hızlıydı ki, sanki ışık hızıyla gidiyorduk! Dışarı baktığımda yakındaki şeyleri göremiyordum. Manzara o kadar çabuk değişiyordu ki, gözlerimi kırpmaya bile korktum. Tokyo şehir merkezine sanki bir anda varmıştık.
Trenden iner inmez başka bir kata çıktık ve başka bir trene bindik. Her katında farklı yerlere giden farklı trenler vardı. Şehrin tamamı bu trenlerle sanki bir örümcek ağı gibi birbirine bağlıydı ve onlarca trene aynı yerden ulaşılabiliyordu.
Otele vardığımızda öğleden sonra olmuştu ama nasıl olabilirdi ki. Biz öğleden sonra uçağa binmiştik ve yine öğleden sonraydı. Kocaman bir gün mü geçmişti yoksa!. Sonradan babam açıkladı. Güneş doğudan doğup batıya doğru yavaş yavaş gittiği için ve Japonya Türkiye’ye göre çok doğuda kaldığı için Tokyo’da sabah iken İstanbul’da halen gece yarısı, Tokyo’da akşam iken İstanbul’da öğle vakti oluyormuş. Babamın dediğine göre aramızda 8 saat fark varmış.
Daha önce birkaç kez otelde kalmıştım ama bu otel şimdiye kadar kaldığım hiçbir otele benzemiyordu. Otelin odası küçücüktü. Bir yatak, sandalye, televizyon, hava temizleyici bir makina, adım atacak kadar bir koridor ve bir de küçük bir banyo vardı. Bizim için pijama takımı bile koymuşlardı. Buradaki birçok otelin odası küçücükmüş.
Oda küçüktü ama her alanı farklı işlevler gören teknolojik aletlerle doluydu ama en ilginci klozet idi. Klozetin oturma bölmesi sıcacıktı ve oturduğumda sanki kalorifer peteğine oturuyormuş gibi hissetmiştim.
Yanında da Japonca yazılarla yazılmış kumanda gibi tuşları olan türlü türlü özellikleri vardı. Otel küçük olduğu için ilk gece hepimiz aynı yatakta yatacaktık. Yarın nereleri gezeceğimi hayal ederken uykuya dalmıştım bile.
Otelimize yerleştikten sonra, bir şeyler yemiş ve yorgunluktan hemencecik uykuya dalmıştım. Ertesi gün güzelce dinlenmiş bir şekilde uyandım ve hemen Tokyo sokaklarını keşfetmeye çıktık. Her yer ışıl ışıldı, kocaman binalar, rengarenk ışıklar, şehrin her yerinde heykeller, anime karakterleri, garip şekilli arabalar... Sanki bir çizgi film sahnesindeydim. İlk olarak kahvaltı için babam bizi markete götürdü. Burada bazı marketlerde hem yemek yenilebiliyor hem de alışveriş yapılabiliyordu. Sonrasında biraz gezmiş ve yorulmaya başlamıştım.
Buna rağmen hep beraber bir pazara gittik. Orada envai çeşit yiyecek vardı. Hiç görmediğim meyveler, sebzeler, deniz ürünleri... Annem bana "takoyaki" diye bir şey aldı. İçinde küçük ahtapot parçaları olan hamur toplarıydı. İlk başta biraz garip geldi, ama sonra sevmeye başladım. Babam da "ramen" diye bir çorba yedi. İçinde noodle, et, sebze ve yumurta vardı. O da çok lezzetli görünüyordu.



Sonraki gün gittiğimiz bir Çin lokantasında yumurtalı pilav, ahtapot bacağı kızartması gibi garip garip yemekleri denedik. Denedik derken ben tabiiki de sadece tadına bakmış ve beğenmemiştim. Bu yüzden çoğu zaman hamburger ve noodle yedim. Ama annem ve babam her defasında farklı bir şeyler yiyorlardı. En son bir suşi restoranına gitmiştik. Suşi, çiğ balıktan yapılan bir yemekmiş. İlk başta biraz çekindim, ama sonra denedim. Çok lezzetliydi! Özellikle somonlu olanı çok sevdim. Bir de "mochi" diye bir tatlı yedik. İçinde dondurma olan pirinç kekleriydi. O da çok güzeldi.

Buranın her sokağında küçük küçük restoranlar vardı. Girdiğimiz her sokak tertemizdi. Yerlerde bir tane bile çöp yoktu hatta birçok sokakta çöp kovası bile yoktu. Trafiğin işlek olduğu sokaklarda sarı yelek giymiş görevliler vardı. Bunların görevi yayalar karşıdan karşıya geçerken aynı trafik ışıkları gibi yeri geldiğinde araçları, yeri geldiğinde ise yayaları durdurmaktı.
Birçok yerde yeni binalar yapılıyordu ve bu binaların çevresinde de onlarca görevli hem araç trafiğini hem yaya trafiğini kontrol ederek kazaların olmasını engelliyordu. Babam kahve almak için yakınlarda bir yeri arıyordu. O sırada sokaktan geçen birine sordu. Sorduğu kişi işini gücünü bırakıp bizimle o kahve satılan yere kadar gelip gösterdi ve tekrar geldiği tarafa doğru geri gitti. Bu kadar yardımsever olacaklarını hiç beklemiyordum.
Tokyo'da en çok heyecanlandığım şeylerden biri de robotlar ve teknolojiydi. Üçüncü günümüzde Timlebs isimli bir yere gitmek için her zamanki gibi bir tren istasyonuna yürüdük. Trenler normalde iki ayrı rayın üzerinde gider. Ama bindiğimiz bu tren kocaman bir demir çubuğun üzerinde gidiyordu. Bundan inip başka bir trene bindik. Bu tren de diğer trenlere benzemiyordu çünkü altında ray yoktu ama üst tarafında bir demir ray vardı. Sanki havada giden bir araba gibiydi. İneceğimiz durağa gelmiştik.
Binaya girdiğimizde görevliler çoraplarımızı çıkarmamızı ve paçalarımızı sıvamamızı söylediler. Dediklerini yaptık ve sonra karanlık bir koridordan yukarı doğru yürümeye başladık ama yürüdüğümüz yer sanki akan bir nehir gibi bileklerimizi kadar suyla kaplıydı. Etrafımızda rengarenk ışıklar karanlık içerisinde dans ediyordu. Duvarlarda ve yerde çiçekler açıyordu. Sanki sihirli bir bahçedeydik.
Sonra bir odaya girdik. He yer aynalarla kaplıydı ve kendimizi görebiliyorduk ama aynı zamanda bir sürü ışık da yansıyordu. Yansıyan görüntülerden dolayı arka arkaya onlarca Aden vardı. Orada koşmak çok eğlenceliydi. Bir sonraki odada kocaman bir havuz vardı ve sıcacıktı. Havuzun içinde rengarenk balıklar yüzüyordu. Balıkları yakalamak için oradan oraya koşuyordum, sanki balıklarla saklambaç oynuyordum.
Balıklar ayaklarıma değdiğinde sanki beni gıdıklıyorlardı. Başka bir odada küçük küçük toplardan oluşan kocaman bir trambolin vardı. Topların üstünde durmak zordu. Çünkü adımımı attığımda yukarı doğru zıplıyor ve diğer topun üstüne diğer adımımı atmaya çalışıyordum. Sanki yerçekimi yokmuş gibi oradan oraya zıplayarak odanın sonuna ulaşmıştım. O kadar çok zıpladım ki, yorulunca yere serilip kaldım. Burada herşey o kadar farklı ve heyecan vericiydi ki, hiç sıkılmadım ve kendimi bir masalın içindeymişim gibi hissettim. Buradan ayrılırken çok üzüldüm, keşke gün hiç bitmeseydi.

Ertesi gün babam bizi bir robot kafeye götürdü. Kafeye girer girmez beyaz renkli kolları ve ayakları olan bir robot İngilizce hoş geldiniz diyerek bizi karşıladı. Burda garsonlar yerine robotlar servis yapıyordu! Bize yemekleri getirirken yerdeki siyah çizgilerin üzerinden gidip geliyorlardı. Hemen bir robotun arkasından gidip ‘Hello’ dedim.

Robot benimle konuşmaya başladı. Hatıra fotoğrafı çektirelim mi diye sordu, annem ikimizin fotoğrafını çekti. Burada bir de masada duran küçük robotlar vardı. Bu robotlar çok az hareket ediyordu ama konuşurken sanki karşımda bir robot değil de insan varmış gibi hissettim. Meğerse masadaki robotların sesi gerçekmiş. Yani o ses robottan değil de görmediğimiz bir insandan geliyormuş.


- Full access to our public library
- Save favorite books
- Interact with authors

Merhaba benim adım Aden. 8 yaşındayım ve Bilim Yaşam Okulları isimli bir okula gidiyorum. Okuldaki birçok dersi seviyorum ama en çok sevdiğim ders modern dans diyebilirim. Bu dersteyken hem çok keyif alıyorum hem de kendimi çok özgür hissediyorum. Diğer derslerde ödev olmasına rağmen bu ders için dans öğretmenimiz bir ödev vermiyor.

Yine de eve her geldiğimde içimden dans etmek geçiyor ve bu yüzden Youtube üzerinden birçok dans figürünü izlemekten kendimi alamıyorum. En çok hoşuma giden grup ise ‘Babymonster’ isimli Güney Koreli bir grup. Ayrıca son dönemlerde arkadaşlarımdan da çokça duyduğum ‘SquidGame’ isimli bir oyun var. Bu oyundaki kişiler de Güney Koreliymiş. Bu yüzden olsa gerek annem ve babama defalarca Güney Kore’ye gidelim diye yalvarmıştım.


Bir gün babam eve geldiğinde sevinçten beni havalara uçuran o haberi verdi. – “Kızım bazı sorunlardan dolayı Güney Kore’ye gidemiyoruz ama seni ilk tatilinde Japonya’ya götüreceğim.” Benim için Güney Kore ile Japonya arasında çok fark yoktu. Zaten haritadan bakınca iki ülke de birbirine çok yakın, insanlar da birbirlerine çok benziyor. Bu yüzden tüm heyecanımla Japonya gezisi için hazırlanmaya başladım.
- < BEGINNING
- END >
-
DOWNLOAD
-
LIKE
-
COMMENT()
-
SHARE
-
SAVE
-
BUY THIS BOOK
(from $6.99+) -
BUY THIS BOOK
(from $6.99+) - DOWNLOAD
- LIKE
- COMMENT ()
- SHARE
- SAVE
- Report
-
BUY
-
LIKE
-
COMMENT()
-
SHARE
- Excessive Violence
- Harassment
- Offensive Pictures
- Spelling & Grammar Errors
- Unfinished
- Other Problem
COMMENTS
Click 'X' to report any negative comments. Thanks!